Davos’taki ‘drama’dan sonra bunun iç politikada izdüşümünün kendi siyasi hesaplarını bozacak olanların ‘skandal’ nitelemesini yapmasının anlaşılmayacak bir yanı yok.
Tayyip Erdoğan’ı, bir de Davos performansı üzerinden eleştirenlere diyecek bir söz de yok.
Tayyip Erdoğan’ın ‘’monşerler’ diye ima ettiklerine ve ‘monşerist’ düşünce okuluna mensup olanlara ise anlatılacak şeyler var. Bunlar, dünyayı ‘statik’ görmekten kendilerini alıkoyamadıkları için ve Türk dış politikasının geleneksel ‘statükocu’ çizgisine bağlı kalmalarından ötürü telaşlandılar ve yanlış yorumlar yapıyorlar.
İsrail bunu unutmaz.
Amerika, içindeki
Yahudi (ya da daha doğru bir deyimle İsrail) lobisinin etkisiyle bunun faturasını çıkartır. Tayyip Erdoğan’ın ‘siyasi bekası’ bile bundan etkilenebilir.
Türkiye dünyada sıkıntıya girer.
Beş aşağı beş yukarı, kaygılar ve eleştirilerin odaklandığı noktalar bunlar.
Dünyanın büyük bir değişim dinamiği üzerinde hareket ettiği ve dünyanın en bunalımlı coğrafyası olan
Ortadoğu’nun da bundan nasibini alacağını düşünüyorsak, söz konusu kaygılar ve eleştirilerin sağlam verilere dayanmadığını söylemeliyiz.
***
Türkiye ile İsrail arasındaki çok yakın ilişkiler ve bunun Türk-
Amerikan ilişkileri üzerindeki olumlu etkisi, 1990’lı yıllara dayanıyor. İlişkilerin gelişmesinin objektif şartlarını Soğuk
Savaş’ın sona ermesi, bunun Ortadoğu’ya
Madrid Barış Konferansı ile (1991) yansıması ve Filistinlilerle
Oslo Barış Süreci’nin (1993) başlaması oluşturmuştu.
Türkiye-İsrail ilişkilerinin canlanmasında ipin ucu kaçırıldı. Özellikle 28
Şubat sürecinde İsrail’e fazlasıyla angaje olundu. İsrail’le pek sıkı fıkı askeri bağlantılar kuruldu.
Kendi payıma, koskoca
Osmanlı mirasını devralan Türkiye gibi bir
ülkenin, Ortadoğu
siyaset sahnesine
küçük bir devletin, İsrail’in ‘yedek gücü’ olarak ilave edilmesinin yanlış olacağını defalarca vurgulamıştım. Bazıları İsrail’de olmak üzere, Türkiye-İsrail ilişkileri üzerinde katıldığım sayısız konferansta, İsrail’in ilişkilerin teminatı olarak Türkiye’de ‘askeri kurum’a bel bağlamalarının, Türkiye’deki
demokratikleşme ve sivilleşme sürecini göz ardı etmelerinin yanlış olduğunu, bu davranışlarının bir ‘bumerang’ olarak kendilerine olumsuz biçimde geri döneceğini ve vuracağını defalarca söyledim.
Gazze’de giriştikleri vahşi saldırı ve Davos’taki drama üzerinden vurdu.
Şimdi kendi paylarına gayet akıllıca biçimde, ‘zarar tamiri’ne giriştiler. İsrail,
bölgede hem
İran’ı ‘bir numaralı düşman’ görüp, hem de bölgede Arap-olmayan diğer büyük güç olan Türkiye’yi karşısına almayı göze alabilir mi?
İsrail’i Türkiye’den daha güçlü zannedenler, Davos tablosundan Türkiye hesabına korkuya kapılabilirler ama varoluşsal dürtülere sahip İsrail, Türkiye’yi yitirme korkusuyla alttan alıyor. Zira, biliyor ki, İsrail Türkiye’den güçlü değil.
Türkiye daha güçlü. Üstelik, Davos ertesinde ‘Arap sokağı’nda, bir başka deyimle ‘Arap halkları’ nezdinde Tayyip Erdoğan ve Türkiye bayraklaşmış isim ve kavramlar olarak Ortadoğu’da daha da güçlenmiştir.
Arap rejimleri öylesine zayıf, Arap liderleri
Hüsnü Mübarek’ten başlayarak- öyle etkisizleşmiştir ki, Türkiye, İsrail’in taraf olduğu sorunlarda ‘kolaylaştırıcı-arabulucu’ gibi ikinci
sınıf rollerden çıkıp, bir ‘bölge gücü’ konumuna kendiliğinden gelmiştir.
Üstelik, İran gibi İsrail’in yok edilmesini savunan bir bölge gücü de değil Türkiye. AB katılımı yolunda, NATO üyesi bir ülke. İsrail’e Gazze saldırısı üzerine Tayyip Erdoğan’ın Davos’ta takındığı tutumun ‘meşruiyeti’ ve İsrail’i ‘silahlandıracak’ özelliği de burada zaten.
Ayrıca, Oslo Barış Süreci çoktan öldü. Türkiye’nin parametreleri ona göre belirlenmiş olan İsrail ile ilişkilerinin aynı şekilde kalması da dolayısıyla gerekmez.
***
Peki ya Amerika? Ya oradaki Yahudi-İsrail lobisi etkisi?
Büyük değişim dinamiğinin asıl vurduğu ülke Amerika.
Barack Obama’nın seçimini nasıl anlamalıyız? Barack Obama’nın ilk iş olarak Ortadoğu’ya el atmasını ve üstelik İsrail’in ve ABD’deki en ateşli yandaşlarının birinci tercihi olmayan
İrlanda-
Lübnan kökenli George Mitchell’i özel temsilci olarak atamasını nasıl değerlendirmeliyiz.
George Mitchell, Türkiye’nin dahil olmadığı klasik-geleneksel-konvansiyonel istasyonlara uğrayacağı Ortadoğu turunda. Bu tur, Davos öncesi parametrelere göre hazırlanmıştı. Davos sonrasında bu turun sonuçlarının hiçbir şey getirmeyeceğini hem kendisi hem Obama fazla
vakit geçmeden anlayabilir, anlamalıdırlar.
Mitchell’ın görüşeceği liderler, kendi ülkelerinde zemin kaybetmiş, bölgedeki siyasi meşruiyetleri tartışmalı, üzerinde anlaştıkları ‘çözüm’ü sahada yürürlüğe sokacak güçleri olmayan aktörler. ‘Arap sokağı’ dönüp Türkiye’nin ve Tayyip Erdoğan’ın ‘onay belgesi’ne bakacak.
Bundan böyle Türkiye’nin dahil olmadığı bir ‘büyük Ortadoğu dizaynı’ yürümez. George Mitchell, mutlaka Türkiye’ye gelecektir. Hatta o bile yetmez. En yakın vadede, Barack Obama, Tayyip Erdoğan ile görüşmek zorundadır.
Erdoğan, Davos’taki konuşmasında “Sayın Obama’dan benim beklentim, isteğim o sessiz yığınların sesi olmasını bekliyorum, kimsesizlerin kimi olmasını bekliyorum” dedi ve Rice ile Livni’nin imzaladığı mutabakat çerçevesinin yetmeyeceğini, bunun yeniden ele alınması gerektiğini söyledi. Doğru söyledi.
Tayyip Erdoğan, Obama’dan olmasını istediğini kendisi gerçekleştirmiş durumda. Obama ile birlikte yürüyeceği bir yol var.
Yeter ki, Davos sonrasında kendiliğinden kazandığı rolün idrakinde olsun ve Türk-Amerikan ilişkilerini
Ermeni soykırım tasarısı-
PKK’ya karşı
işbirliği ‘geleneksel hapishanesi’nin sınırları içinde tutuklamasın.
Ortadoğu, Amerika’nın bölgedeki müttefikleri arasında sadece İsrail ve itibarsız Arap rejimleriyle ile kafa kafaya vererek dizayn edebileceği bir alan olmaktan çıkmıştır.
Türkiye’siz yeni Ortadoğu dizaynı olamaz.
***
İsrail’in Gazze saldırısıyla güçlendiğini değil, güç yitirdiğini görmeliyiz. Bir kez daha o 22 günlük Gazze saldırısı gibi bir işe kalkışabilirler mi? Askeri gücünün uygulamaya konacağı sınır o kadardır ve üstelik bu kolay yerine gelmeyecek bir ‘moral güç’ yitirilmesine de neden olmuştur.
İsrail’in ‘dokunulmazlığı’ bozulmuştur. Tayyip Erdoğan’ın Davos’ta yaptığı bugüne dek görülmedik ve yapılmadık biçimde, İsrail’in bu durumunu ortaya koyması ve yani ‘Kral çıplak’ demiş olmasıdır.
İsrail’in ABD’de de dokunulmazlığı eskisi gibi değil. Amerikan akademik dünyasının saygın isimlerinden John J. Mearsheimer ile Stephen M. Walt’ın ‘The Israeli Lobby and US
Foreign Policy’ (İsrail Lobisi ve ABD Dış Politikası) adlı eleştirel ve anıtsal kitabı 2007’de yayınlandı. Birkaç yıl önce buna kimse cesaret edemezdi. Gazze’den sonra Obama döneminde bu gibi çıkışların ardı gelecek.
Ayrıca ‘Ortadoğu Dörtlüsü’nün Özel Temsilcisi, eski
İngiltere Başbakanı
Tony Blair’in de
Hamas dahil tüm unsurlarla çözüm için görüşülmesinden yana olduğu, bu arada
Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas
Sarkozy’nin de aynı eğilimi taşıdığı ortada. BM Genel Sekreteri Ban ki-Moon bile bugüne dek hiçbir BM Genel Sekreteri’nin ortaya koymadığı ağır eleştirileri İsrail’e yöneltti. Gazze katliamı,
Avrupa’da da İsrail etkisini zayıflattı.
Yani, Tayyip Erdoğan’ın tavrı dünyanın değişim dinamiklerine ters yönde, yokuş yukarı bir çıkış değil; tersine gelişen uluslararası trendle uyumlu ve onunla aynı yönde ve onun önünde yer alan nitelikte.
Yeter ki, Tayyip Erdoğan, Türkiye’nin AB ufkunu, asıl olarak Batı sistemi içinde yer aldığını unutmadan elinde birdenbire girişmiş kartları iyi oynayabilsin.
Yeter ki, birilerinin Türkiye’yi son 10 yıldır İsrail’in kuyruğuna taktığı gibi, Hamas’ın kuyruğuna takmak gibi bir hataya düşmesin. Yeter ki, bölgedeki tüm aktörlerin Türkiye’nin kapısını çalmaya kendisini mecbur hissedeceği bir mevkide durabilsin.
RADİKAL