İstanbul ile
Ankara’nın “
krizi algılayışları arasında büyük bir ayrışma” ve derin bir “açı farklılığı” dikkat
çekici boyutlara ulaşıyor.
Sermaye çevrelerinde bir ürkeklik var, hükümetten ne beklediklerini net olarak ortaya koyamıyorlar. Taleplerini somutlaştırmaları gerek. İktidar partisinde,
iş dünyasının bir kesimini “kriz fırsatçısı” gibi görenler olduğu açık.
Buna karşılık İstanbul
sermaye çevrelerinde “hükümet kendisine yakın yeni bir burjuva sınıfı oluşturuyor, sermaye yapısını dönüştürüyor” endişesi hâkim.
Bu süreç, altı yıldır işliyordu ancak devasa bir krizin pençesindeyken insanı artık ürkütüyor.
Başbakan Erdoğan’da ve bazı ekonomi kurmaylarında zaman zaman
tanık olduğumuz bankalara ve iş dünyasına yönelik sert uyarılar “yaralı bir psikolojinin” yansıması.
Dünkü yazımda, Başbakan Erdoğan’ın, “kriz en az bizi etkileyecek” sözlerini hatırlatmış ve “Sayın Başbakan bildiğini ve güvendiğini kamuouyu ile paylaşmalı” demiştim. Ankara’dan aldığım hava buna
yanıt niteliğinde:
Başkent, IMF ile anlaşmayı önemser hale gelmiş, bu tamam. Asıl umut bağladıkları reçete ise, son bir yılda yüksek petrol fiyatları nedeniyle iyi bir nakit stoğuna sahip olan körfez ülkelerinin fonları.
Ortadoğu’dan
Türkiye’ye nakit akışı olacağına inanıyorlar. Yani Türkiye’ye “devlet kanalıyla bazı fonlar” gelecek.
Dikkat, “devlet kanalıyla.”
Bütün dünyada devlet, güçlü bir aktör olarak sisteme ağırlığını koyuyor. ABD’den başlayarak “şirket kurtarmalarına” bakar mısınız...
Açıkça, “seçici kurtarıcılık dönemi” yaşıyoruz.
Lehman Brothers’ın batırılışına
seyirci kalanlar,
Citigroup’u kurtarıyor. Ankara ile İstanbul arasındaki anlayış farkı ve karşılıklı güvensizlik işte bu nedenle hayli kritik.
Kim kurtarılacak, kim batacak?
Egemen güçler gerektiği zaman sistemi kendileri değiştirir. Biz sıradan insanlar,
egemen güçlerin değiştiğini zannederiz, yanılırız. Onlar değişimin zamanını
tayin ederler ve süreci kendi elleriyle işletirler. Dünya bunu yaşar. Türkiye de sistemin dışında değildir.
Bizim iş dünyamız ise değişimi yönetemedi, ona sadece maruz kaldı. Devrimleri burjuvalar gerçekleştirir, sistemin önüne geçip değişimin öncülüğünü üstlenmeliydiler, yapamadılar. Bunun sancıları yaşanıyor.
Özellikle İstanbul sermayesi “devlet koruması” altındaydı, şimdi bunu kaybediyorlar. Cumhuriyetin kurulduğu günden bu yana ekonomi çevrelerinin bir tarafı devletle hep organik ilişki içinde. Piyasalarımız o kadar da “serbest” değildir.
Küresel düzlemde “bırakınız yapsınlar dönemi” bitiyor.
Öte yandan
Anadolu sermayesi “daha ayrıcalıklı bir konuma” doğru ilerliyor. Ama ‘Anadolu Kaplanları’nın da kapasitesi
küçük. Gelinen noktada İstanbul sermayesi kendisinin “seçilenler arasında olmayacağını” düşünüyor. Ankara ve İstanbul, birbirlerine karşılıklı olarak yaklaşmıyorlar,
tehlike burada.
Hükümetle iş dünyası arasındaki
diyalog noksanlığı ve güven erozyonu bir an evvel giderilmeli.
Olayın siyasi boyutu çok konuşuluyor.
Bakınız, yoksullaşma bugüne dek AKP’ye hiç zarar vermedi, aksine kitlelerin yoksullaşmasından adeta
prim yaptılar. Bu bir paradoks. İnsanlar işsiz kalıyorlar ama AKP onlara kömür dağıtıyor, erzak veriyor, bol bol da umut dağıtıyor. Kitleler AKP’ye bağımlı hale geliyor.
Alternatifler oluşmaz ya da
desteklenmezse “bu siyasal kilitlenmenin” sosyal kanamaları olur. Güçlü ve gerçekçi
muhalif hareketlere ihtiyaç var. Bu,
iktidarın da yararınadır. Deniz
Baykal ciddi adımlar atıyor. Önemseyin.
CHP, elitist politikalardan uzaklaşıyor.
Evet,
ekonomik kriz devleti vurmuyor. Sanayiciyi v
e devlet dışındaki diğer aktörleri hırpalıyor. Türk sanayicisi de korku içinde.
Burada hükümete düşen, iktidarını sağlamlaştırmaya çalışması değil, geniş kitlelerin refahını öne çıkaracak tercihlerde bulunmasıdır. Aksi tutumlar kendi ayağına kurşun sıkmak olur. Devleti güçlü kılan şey, muhalif grupların -iş dünyası başta olmak üzere- her yerde varlığıdır.
İstihdam sağlayan ve daha fazla yatırım yapanlara destek olunmalı. Büyük uzlaşmaya her zamankinden daha fazla ihtiyacımız olduğu günlerdeyiz.