Çünkü gördüğünüz, doğru olsa bile gerçeğin tamamı değildir. Kendi gerçeğinize inanırsanız, onun doğru olduğuna kuşkunuz yoktur; lakin başka pencereden görünen gerçeklere de ihtiyaç vardır.
Kurban
Bayramı münasebetiyle yapılan haberlerin büyük bir çoğunluğu gerçeğin tamamını aksettirmiyordu. Elde edilen görüntüler, çekilen fotoğraflar, aksettirilen
manzaralar gerçeğin sadece bir yüzüydü ve maalesef genelde kanlı ve kirli görünen tablolar naklediliyordu. Oysa fotoğrafların tamamı başka bir şey söylüyor.
Bayramın tam merkezinde insan gerçeği duruyor. Sevinen-üzülen, küsen-barışan, ağlayan-gülen, yalnızlaşan-sosyalleşen insandan bahsediyoruz.
Kurban Bayramı sadece acemi kasapların ortaya çıkardığı tuhaf (çoğu kez de anlamsız) bir manzaraya sığıştırılamaz. Mesele sadece koyunun-sığırın
kurban edilmesi değildir. Bayramın ferde
bakan yönü var, aileyi ilgilendiren yanı var,
topluma yansıyan veçhesi var. Milyonlarca insanı derinden ilgilendiren bir bayramı doğru anlayabilmek için pek çok pencereden bakacaksın ki doğru habercilik ve doğru yorumculuk yapabilesin.
Tatlı telaş, bayram hazırlıklarıyla başlar. Yeni elbiseler alınır, kurbanlıklar seçilir, bayram namazına ailecek gidilir, huşu içinde bayram namazları eda edilir, kabir ziyaretleri yapılır, ailece bir araya gelinir, eller öpülür, başlar sıvazlanır, küsler barışır, hediyeler verilir, toplu ziyaretler yapılır, hastalar
ihmal edilmez...
Sosyal bir kaynaşma yaşanır hayatın her karesinde. Birey olmanın mutluluğu, aileyle, mahalleyle, şehirle, dünyayla kesişir ve insan hayata daha değişik bir açıdan bakar. İnsanlar hacca gitmese bile kendini milyonlarca kişiyle beraber
Arafat Dağı'nda dua ederken,
Kâbe karşısında yüreği yumuşarken tasavvur eder. Aradan
renk farkları kalkar, eşit olmanın, Allah'a ait olmanın; dolayısıyla hiçbir faniye
boyun eğmemenin huzurunu duyar insanoğlu. Kurban münasebetiyle etler dağıtılır fakir insanlara. Ne zengin mağrur kalabilir böyle kutsal günlerde; ne
mağdur hisseder fakir kendini. Tatlılar hazırlanır,
şekerler dağıtılır, börekler, baklavalar yapılır ve hayata dair bütün güzellikler paylaşılır...
Medyayı
cinnet tellalı haline getiren mantık
Kurban Bayramı sadece bir örnek. Aslında Türk basınının hayata bakış açısına dair temel bir konudan bahsetmek zorundayız: Bardağın boş tarafının habere dayanak teşkil ettiğine inanıyor Türk medyası. Doğrudur; bardağın boş tarafı çok önemlidir; ama dolu tarafı da hayatın bir başka gerçeği değil midir? Klasik bir mantıkla şöyle yaklaşılıyor habere: "
Köpek adamı ısırırsa bu haber değildir; ancak adam köpeği ısırırsa bu haberdir." Peki bu yaklaşım mutlak bir doğru mudur?
Hayır!
Zaman içinde anlaşıldı ki bu mantık, medyayı cinnet tellalı haline getirdi; hem kendini kaybetti medya; hem de toplumu mariz bir mevziye doğru sürükledi. İlle de "adam köpeği ısırsın ki haber yapayım" denebilir mi? Haber olabilmek için ille de anormal bir iş yapılması mı gerekiyor?
Batı'daki medya teorisyenleri bu konuyu yıllarca tartıştı ve sonunda şu noktaya ulaştı: Bir hadisenin haber olması için ille de olumsuzluk içermesi gerekmiyor. Yeni ve farklı sayılabilecek her bilgi haber değeri taşıyabilir ve bu haber topluma olumlu mesajlar verebilir. Çünkü basının her şeyi tozpembe göstermesi de yanlıştır. Kapkaranlık aksettirmesi de.
Hayatı tozpembe gösterelim demiyorum. Hiç kimse de böyle demiyor. Demem o ki Batı'nın 'good news-bad news' dediği çok yönlü haberciliğin Türkiye'ye de taşınması gerekiyor.
Pozitif haber de negatif haber de hayatın bir gerçeği. Bir başarı öyküsü düşünün. Bir fert onca olumsuz şartları aşarak hayata tutunuyor ve muazzam başarılara
imza atıyor. Bir fert düşünün ki küçücük bir atölyeden orta ölçekli bir işletmeye; oradan da binlerce insanı istihdam eden bir işyerine sahip oluyor. Bir fert düşünün ki 70 kişilik sınıftan çıkıp zor şartlarda köy okuluna gitmiş olsun. Şimdi bu fert herkesi hayrete sevk edecek başarılara imza atıyor... Bunlar da bir haber değeri taşıyor.
Başarı öykülerinin haber değeri taşıması için bazı kriterlerin olması şart. Mesela ferdî başarı 'ya da
sivil toplum örgütlerinin başarısı' sosyal hayatta bir yansımaya yol açabilmeli. Haberi okuyanlar, okuduğu gerçek hikâyede kendini bulabilmeli ve oradan çıkaracağı
derslerle kendisi de bir şeyler yapabilmeli.
Dönüyorum Kurban Bayramı örneğine. Kurban kesimlerinde ortaya çıkan manzara herkesi (özellikle
şefkat ve merhameti içselleştirmesi gereken
dindar insanları) rahatsız etmelidir. Ama olumsuzlukları haber yaparken kurban ibadetine tavır alınmış gibi bir
algı oluşuyor ki bu yanlış. Uluslararası Hayvan Refahı Organizasyonu adlı bir kuruluş adına kurban kesimlerini takip eden Christine Hafner da bu algının farkında olmuş olacak ki, "İslamî anlamda kurban kesimine karşı değiliz, sadece
hayvanlara zulmedilmesine karşıyız... Mademki bir iyilik ediliyor, hiç olmazsa fakirlere sağlıklı et verilsin." diyor. Elin yabancısı bu ülkenin değerlerine saygıda bizim bazı meslektaşlarımızdan daha olgun ve dikkatli. Bu tür haberler bir ders-i ibret gibi verilmeli ve okunmalı. Ancak koca bir bayramı sadece bu kareye hapsetmek de yanlış! Dünya medyası da bayramlara böyle yaklaşıyor.
Büyük fotoğraftan kopmadan eleştirmek
Örnek olsun diye kaydediyorum buraya. Batı'daki bayramlara (geleneksel
kutlamalara) sosyal hayatın hoş bir gerçeği olarak bakılıyor. Mesela cadılar bayramı kutlanıyor Batı'da özellikle de Amerika'da. Çocuklar vampir kılıklarına giriyor, evlerin önüne oyularak göz yapılmış bal kabakları asılıyor, cadı kıyafetlerine giriliyor, çocuklar o ürkünç kostümlerle ev ev dolaşıp şeker topluyor. Cadılar bayramına tek bir pencereden bakarsanız tüyleriniz diken diken oluyor ve "Bu çağda böyle kutlama mı olurmuş?" diyebilirsiniz. Ancak konu bu kadar basit değil. O yüzden hiçbir
Amerikan televizyonu ya da
gazetesi bayramı "
vahşet manzarası"na indirgemez; öyle bir garabeti aklının uçundan bile geçirmez.
Şükran gününde kesilen hindiler,
futbol maçları da dile dolanacak olumsuzluk zinciri sayılmaz. Eleştiriler yapılsa bile büyük fotoğraftan insanı koparamaz medya. Koparamadı da. Çünkü hayatın gerçeğinde din var, gelenek var, sosyalleşme var, törenler var,
şölenler var...
Mademki hayatın değişik cepheleri bulunuyor; o zaman değişik pencerelerden bakacaksın ki hayatı tam manasıyla kavrayabilesin.
Kar yağınca nasıl
manşet yapılır?
Geçenlerde NET TV'de bir programa katıldım. Dr. Mustafa
Uslu'nun hazırlayıp sunduğu ilginç programda değişik konulara giriliyor, merak uyandıran sohbetlere imza atılıyor. Sayın Uslu sohbetimizin bir noktasında şöyle bir soru yöneltti: "Bir gün
ilk kar yağdığında güzel bir haber, olumlu bir manşet yapabilecek misiniz?"
Yerinde bir soruydu bu. Çünkü gazete ve televizyonlar ilk kar yağdığında olaya hep şöyle yaklaşıyor: "Kar yağdı hayat
felç oldu." "
İstanbul kara teslim oldu." vs. Hemen her sene meydana gelen donma,
trafik kazaları gibi olumsuz gelişmeler üzerine "beyaz
ölüm" benzetmesini de yapan bizim medyadır. Karın olumsuzluğa bakan yönü yok mu? Tabii ki var; ancak bu, hayatın tam fotoğrafı değil!
Karın, yağmurun, rüzgârın, baharın, yazın, sonbaharın vs. kendine mahsus bir güzelliği yok mu? O güzelliklerin haber taşıyan unsurları yok mu? Tabii ki var. Hepimizin çocukluk rüyalarında kardan adamlar, kartopu oyunları, kızaklar, kayaklar bu yüzden önemli bir yer tutar.
Yağmur haberini rahmet kültüründen bu kadar koparıp sele, trafiğe hapsetmek ne kadar yanlışsa, kar yağışını donmaya, ölmeye sıkıştırmak da o kadar yanlıştır.
Doktor Uslu sordu: "Ne zaman kar yağışını kendi romantizmi içinde haber yapacaksınız?" Ben de bu soruyu genel yayın toplantısında arkadaşlarıma sordum. İyi bir gazeteci, aynı zamanda iyi bir fotoğrafçı olan Mehmet Kamış, heyecanla karıştı söze ve "Ben de bunu özlüyordum hep." deyiverdi. Şimdi yağacak ilk karın ışıltılarını bekliyorum; bakalım bizim yazı işleri kardaki musikiyi sayfalara nasıl yansıtacak? Kim bilir belki de iyi bir örnek, Türk basını için de yol gösterici olabilir.