Yani iki sayfa tek yazıya ayrılmıştı. Üstelik bu
uygulama iki gün devam etti. Bu bir yazı dizisi değildi; müstakil bir
makaleydi. Ayrıca ele aldığı mevzu da insanları
okumaya, düşünmeye, araştırmaya sevk edecek kadar derinlik taşıyordu.
Princeton Üniversitesi Yakındoğu Araştırmaları Bölüm Başkanı Şükrü
Hanioğlu'nun uzun ve derin şekilde ele aldığı "Erken cumhuriyet ideolojisi ve vülgermateryalizm" başlıklı yazıya gelecek okur tepkisini dikkatle bekledim. 'Böyle uzun yazı mı olur?' diyebilirlerdi. 'Bu kadar
teknik bilgiye ihtiyaç duyulan bir yazıyı niçin yayınlıyorsunuz?' diyebilirlerdi. 'Bu kadar uzun yazı olsa olsa dergilerde yayınlanır; hatta bu kadar derinlikli bir yazı olsa olsa ihtisas dergilerinde neşredilebilir.' diyebilirlerdi... Böyle olmadı. Neye rağmen? Yukarıda sıraladığım bazı serzenişlerin haklılık payı olmasına rağmen. Vülgermateryalizm ve
erken Cumhuriyet ideolojisine dair kaleme alınan ve çok önemli ayrıntılar içeren yazıya yönelik tepkilerin hepsi gayet aydınlatıcı ve merak uyandırıcıydı. Tıpkı Zaman
Yorum'da yer alan diğer yazılara verilen tepkiler gibi.
Daha birkaç gün önce Ali Ünal'ın
Güneydoğu sorunu ile ilgili çok önemli bir yazı dizisi üç gün boyunca yayınlanmıştı. Ondan önce
Şahin Alpay'ın
Japonya dizisi ve Ahmet Kurucan'ın hac dizilerine yer verilmişti. Zaten Yorum'un günlük ağırlığı ve derinliği her Zaman okurunu tefekküre davet edecek kadar analitik bir sözleşmeye
imza atmayı gerektiriyor. Onca yazının içinde argo tabiriyle 'tırı vırı' diyebileceğim tek bir satır yok. Hepsi de çok önemli, hepsi de tefekkürü şart koşan makaleler.
Kültür sayfasında yer alan edebî makaleleri, Kürsü sayfamızdaki çok boyutlu tefekkür çağrısını, ekonomi sayfamızdaki soğukkanlı ve duyarlı yorumları da bu
gazetenin düşünce havuzuna dâhil edin lütfen ve sonra Türkiye'deki okur kitlesi üzerine ortaya atılan tezleri bir daha düşünün. Çünkü şu ana kadar söylediklerimi Zaman'ı övmek için değil; okuru
tebrik etmek için söyledim.
Muhkem kaziye haline getirilen tez neydi? 'Bu millet okumaz; okusa da gazete okumaz; gazete okusa da uzun yazı okumaz; uzun yazı okusa da derin ve analitik olanını okumaz...' Nereden biliyorsunuz diye bir soru yöneltseniz, net bir
cevap alamazdınız; ama olsun. Bir kısım insanlara göre (ki bunların önemli bir yekûnu meslekten geliyor) Türk halkına hap gibi yazılar/kitaplar lazımdı. Okuyan, hiç zorlanmayacak, çerez yer gibi oradan buradan devşirilmiş basit yazılar okuyacak, okuduğu, izlediği televizyon programlarını çağrıştıracak. Bu kaba saba önyargıyı popüler bir gazetecilik felsefesi haline getirip 'Bakın gazetecilik buraya doğru kayıyor; her şeyi magazinleştireceksin ki meslek
oksijen çadırında biraz daha yaşayabilsin' nevinden bilgece pozlar eşliğinde konuşanlar da oluyordu. İşte bu peşin hüküm Zaman'ın Yorum sayfasıyla buharlaşıp kayboluyor ve daha önemlisi gazetelerin aslında bir tefekkür aracı olabileceği tezi kuvvet kazanıyor. Buradaki kazanımı sadece bir gazetenin başarısı gibi görmek yanlış olur. Asıl övünülecek meziyet, bu milletin okuma azmidir, kendisi hakkında verilen peşin hükme fiilî isyanıdır, okuma tercihindeki hassasiyetidir.
Gazete böyle bir şeydir aslında.
Kitap gibi okunmaz. Yani birinci sayfasından son satırına kadar her cümlesini herkesin okuması gerekmez. Herkes bazı ortak sayfalarda (birinci sayfa başta olmak üzere) bir şeyler bulmalı ve okumalı. Ancak iç sayfalara doğru yöneldikçe herkes ilgi alanına hitap eden yazılara rastlamalı ve orada bulduğu yazıları aydınlatıcı, yol gösterici bir mahiyette değerlendirmeli. Dolayısıyla, ilgi duymadığı bir konuda, kendisine hitap etmediğini düşündüğü yazıları okumadan diğer ihtisas sayfalarına göz atmalı. Önemli olan, gazetenin (dergiler ve TV'ler de buna dâhildir aslında) hitap ettiği kitlelere zengin bir düşünce kuşağı sunabilmeleridir.
Asıl demek istediğim de şu: Bu ülkede ortaya atılan ve tartışılmaz gibi gözüken her ezberi
test etmek gerekiyor. Çünkü klişelerin büyük bir çoğunluğu gücünü telkinlerden alıyor; gerçeklerden değil...