TÜRKİYE tabii ki değişiyor. Hızlı ve radikal biçimde dönüşüyor.
Aslında bunu vurgulamak dahi abes ama, konumuza girdiği için tekrar yineledim.
Her halükarda, ülkemiz eski kabuğundan sıyrılıyor ve yenisiyle donanıyor.
Ve, bu olguyu görmemek ve bu süreci sapta
mamak için gerçekten kör olmak gerekiyor.
* * *
YUKARIDAKİ değişimi ve dönüşümü sırf iktisadi atılımımızla ve onunla koşut giden siyasi "ferahlama"mızla sınırlamıyorum. Bunlar zaten kesin vakıa oluşturuyorlar.
Nitekim, Dünya sıralamasında onyedinci büyük ekonomi gradosuna tırmanmamız ve
Avrupa kontenjanından BM
Güvenlik Konseyi’ne seçilmemiz birer somut
delil yansıtıyor.
Oysa şimdi daha ötede bir yerlerdeyiz. Daha da derinde ve daha da kökte değişiyoruz.
Bu, hálen yaşadığımız ve yukarıdaki iki öğeyle bütünleşen "sosyolojik dönüşüm" dür.
Hátta bir "zihniyet devrimi"nden bile söz etmek bizi yanlışa sürüklemez.
* * *
ÖYLE, zira o eski kabuğu belirleyen "itaat toplumu" özelliklerinden de sıyrılıyoruz.
Ne mutlu ki, artık "
sorgulama toplumu"nun haslet ve erdemleriyle donanıyoruz.
Nitekim, "dikkaaat" komutu geldi miydi, eskisi gibi derhal hazırola geçmiyoruz.
"Pardon pardon, niçin
selam duracakmışım" demek cesaretini gösterebiliyoruz.
Bu ilk cesaretimize şaşıranlar "asarıma, keserim, oyarım" diye tehdit ettiğinde de, geçmişteki gibi kuyruğumuzu iki bacağımızın arasına sıkıştırıp kaçacak delik aramıyoruz.
"Hop dedik ağam, hop dedik paşam, hop dedik beyim! Dilini düzelt, haddini bil ve de kendine çekidüzen ver" diye diklenerek, kuru gürültüye pabuç bırakmıyoruz.
Daha da ötesi, anayasal düzeni şöyle veya böyle değiştirmeye yeltenenleri,
emekli generalmiş,
muvazzaf subaymış, sicilli
darbeciymiş, hiç gözünün yaşına bakmadan, dün başlayan "
Ergenekon" davasında olduğu gibi, kulağından tutup mahkemeye çıkartabiliyoruz.
Zira, hem yukarıdaki
ekonomik ve politik dönüşümün yarattığı etki; hem de içeriye damga vuran dış dinamik sayesinde, şimdi sosyolojik bir "zihniyet devrimi" yaşıyoruz.
Yani, efendi - teba ilişkisi üzerine kurulu "itaat toplumu" tabularını yıkıyoruz.
Yani, yine ne mutlu ki, yurttaşı "yurttaş" kılan "sorgulama toplumu"na geçiyoruz.
Ve malûm, "tabu" denildiği zaman
Türkiye’de akla gelen kurum da tabii ki ordudur!
* * *
ÖYLEDİR ve
Kıbrıs harekátı sırasında kendi gemisini göz göre göre batırıp çeyrek yüzyıl bunu gizlemeye çalışan amirallerin bile divanıharbe sevk edilememesinden mi başlayayım?
Yoksa,
iftira "andıç"larıyla postmodern darbe yapmış generallerin bile sahtekarlıktan yargılanamamasına mı uzanayım? TSK’yı "tabu" kılan unsurlardan hangi birini sayayım?
Bir dokun bin ah işit, 12
Mart Ziverbey Köşkü’nün ve 12
Eylül Mamak mahpusunun işkenceci subaylarından şimdinin "golfçü" paşalarına, cihet-i askeriyenin bize empoze ettiği
dokunulmazlık listesi öylesine uzun ki, bunların hepsini sıralamak imkansızlık arzediyor.
Ve tabiatıyla, insanımızın bir "itaat toplumu tebaası" olarak "yetiştirilmesinde" hep başrolü oynamış olan ordunun, militarist rejimler hariç, bu inanılmaz ayrıcalığı, adı üzerinde, onun kendi ideolojisini dayatan bir "silahlı kuvvet"e sahip olmasından kaynaklanıyor
Yani, bileği kuvvetli olan güçsüz bileği büküyor ve de tabusunu empoze ediyor.
* * *
OYSA bitti! Tabu yıkıldı! Görünür gelecekte de tekrar gelmeyecek. Gelemeyecek!
Üstelik, "dokunulmazlık", statüko zaptiyeleri tarafından iddia edilenin aksine, TSK "dışarıdan" yıpratıldığı için nihayete ermedi. Tam tersine, "içeriden" yıkıldı.
Yani, "itaat toplumu"ndan "sorgulama toplumu"na geçtiğimizi kavramadığı için çam üstüne çam deviren ordu kendi tabusunu kendi eliyle yıktı ki, buna yarın değineceğim.