Türkiye, geçen hafta Obama'nın konuşmasına kilitlenmişti, bu hafta ise
Genelkurmay Başkanı
Org. İlker Başbuğ'un. Komutanın konuşması, Obama'nınki kadar kısa değildi, ama
mesaj bolluğu açısından daha zengindi.
Öncelikle Başbuğ'u cesaretinden dolayı
tebrik etmeli. Zira asit kuyularından
darbe günlüklerine askerin her açıdan sorgulandığı bir dönemde, üstelik bu
eleştiri sahiplerini de davet ederek kamuoyunun karşısına çıkmak önemli bir adım.
Ayrıca bir önceki kuşak
komutanlar darbe planlarında ABD için '
sırtlan' derken, onun Obama'nın konuşmasına 9 kez çoğu olumlu atıfta bulunması da dikkat çekiciydi.
Kuvvet komutanlarını arkasına alarak Balıkesir'de yaptığı konuşma ne kadar duygusal idi ise
Harp Akademisi'ndeki konuşması o kadar bilimsel ve soğukkanlıydı.
Bazı paşalar,
demokrasiye saygısından ötürü komutanlarını 'hoca' diye hafife alırken, Başbuğ'un "
Asker demokrasi rejimine bağlıdır" vurgusu önemliydi. Terör konusunda devletin yanlışlarından söz etmesi, alt kimliklere saygılı, çoğulcu bir demokrasiden söz etmesi de hoştu. Hele Atatürk'e atıfla 'Türkiye halkı'ndan söz etmesi devrim niteliğindeydi.
Montesquieu'den Weber'e, Huntington'dan Metin Heper'e birçok sosyal bilimciye yaptığı atıflar, konuşmaya
renk katarken seviyesini de artırdı. Başbuğ, demokrat aydınların da onayını almak isteyen üslubuyla çıtayı büyük oranda doğru yere koydu. Ama bunun sonucu, bu çevreden gelecek alkışlarla sınırlı kalmaz; iki neticesi daha olur: Birincisi, Başbuğ konuşmasında adı geçen ve geçmeyen saygın isimlerin farklı
okuma biçimlerine ve sosyal bilimcilerin eleştirilerine kendisini açmış oldu. Örneğin Başbuğ, Weber'e atfen dinin sosyal, siyasi ve
ekonomik alandaki tezahürlerini sakıncalı diye niteledi. Halbuki aynı Weber, kapitalizmin doğuşunu Protestan ahlakına bağlayan bir isim. Başbuğ, değindiği 'cemaat' konusunda Prof. Mümtaz'er Türköne'nin '
Cemaat farkı' yazısını okusa, konuya ne kadar farklı açılardan bakılabileceğini görebilir. Başörtüsüyle üniversitede okuma talebi de aynı. Az sayıda sosyal bilimci bunu laikliğe tehdit görürken, Prof.
Nilüfer Göle'den Prof. Elisabeth Özdalga'ya saygın birçok saygın sosyal bilimci bunu modernleşme işareti sayıyor.
Yine Başbuğ'un Konda'ya atıfla yapılan vatandaşlık çalışmasını baz alması, Türk toplumunun dine bakışını ele alan TESEV'in (Toprak& Çarkoğlu) araştırmasını hatırlatmaya kapıyı açtı. Mesela bu çalışma, Türkiye'deki
İslam paranoyasının yersizliğini ispatlıyor. Üstelik Başbuğ'un saygıyla andığı Prof. Heper de bu araştırmayı takdir ediyor.
İkinci zorluk, Başbuğ'un bundan sonra atacağı her adımda tutarlılık sınavına tabi tutulacak olması. Çünkü onun ilke düzeyinde ortaya koyduğu, "demokrasiye, hukuka, dini değerlere, etnik farklılıklara saygılı ordu" yaklaşımına kimin itirazı olabilir? 3-5 vicdani retçi ve 5-10 anarşist dışında, herkes böyle bir orduya saygı duyar. Sorun, ilkeler değil, bunların sık sık çiğnenmesi. 27
Mayıs, 12
Mart, 12
Eylül, 28
Şubat, 27
Nisan demokrasiye saygı ile bağdaşır mı? 367 krizinde yaşadıklarımızla hukuka saygının alakası var mı?
Liste uzatılabilir:
Diyarbakır cezaevi, JİTEM'in faaliyetleri, darbe günlükleri, binlerce fail-i meçhul...
Uzağa gitmeden Cihan Haber Ajansı'nın yöneticisi sıfatı ile kendi yaşadığım bir tutarsızlığı paylaşayım. Malum, geçen ay Türkiye Rahmetli
Yazıcıoğlu ve arkadaşlarının kazasına kilitlenmişti. Muhabir ve kameraman arkadaşlarımız da ağır şartlarda bölgede çalışıyordu. Rahmetli meslektaşımız İsmail Güneş'in naşının bulunduğu haber üzerine, arkadaşımız Lütfi Aykurt, gazeteci refleksiyle 4,5 saat yürüyerek bölgeye ulaştı. 15.30'da işi bittiğinde 2500 metre yüksekte hava iyice soğumuş; orada sadece birkaç
köylü ile Lütfi kalmıştı. Sağolsunlar, Jandarma Arama Kurtarma ekipleri "Seni burada bırakamayız. Hava soğuyor ve buradan inmen zor, helikopterle götürelim" diyor. Lütfi, helikoptere binmeye hazırlanırken, bir komutan hangi kanaldan olduğunu soruyor ve ajansın adını öğrenince, '
sivil olduğu için helikoptere alamayacaklarını' söylüyor. Lütfi, helikoptere alınan DHA muhabirinin de sivil olduğunu nazikçe hatırlatınca, komutan tersleyip "Nasıl geldiysen öyle inersin" diyerek arkadaşı dağ başında bırakıyor. Evet, çektiği
kurtarma çalışmaları gün boyu ekranlarda dönen bir gazeteciye yapılan bu. Salonları anladık, hayati tehlikenin olduğu bir yerde de malum
akreditasyon uygulanıyor. Olay bize intikal ettiğinde, sansayon oluşturmak çok kolaydı. Ama "Kişisel bir hatadır,
Mehmetçik bunu yapmaz" dedik. Lütfi, kendisiyle gurur duyduğumuz bir personelimizdi. Ama daha önce bir vatandaş ve bir insandı.
Genelkurmay Başkanımız evrensel demokrasi standartlarından söz açmışken, bunu samimi kabul edip sormak istedim: Paşam, dağda kalsam beni kurtarır mısınız?