Bir grup gazeteciyle hem giderken hem dönüşte sohbet eden Gül,
Türkiye'nin son yıllardaki dış
politika açılımları üzerinde durdu.
Sayın Cumhurbaşkanı'nın baktığı açıdan hadiseleri değerlendirdiğinizde
Ermenistan ziyareti bambaşka bir anlam kazanıyor. Cumhurbaşkanı meselenin sadece sorun yaşadığımız bir
ülkeyle ilişkilerin düzeltilmesi olmadığını söylüyor ve herkesi bir ufuk turuna davet ediyor. Kafkaslarda nasıl kritik eşikten geçtiğimizi anlatmak için Osetya örneğini veriyor. Kafkaslar'a Türkiye'nin kayıtsız kalması mümkün değil. Zaten orada çıkan bir
kriz gelip bu ülkeyi sarsıyor. Dolayısıyla Türkiye'nin, etrafında yaşananları görmezden gelme gibi bir lüksü yok. Cumhurbaşkanı bu çerçevede Balkanlar'ı da zikrediyor, Orta Asya'yı da hatırlatıyor. Gerçekten de Türkiye, coğrafyası, tarihi,
ekonomik ilişkileri açısından güçlü ve kuşatıcı politikalar üretmek mecburiyetinde; korkmadan, çekinmeden,
akıl dolu hamlelerle...
Türk
dış politikasında önemli değişiklikler yaşandı, yaşanıyor. Daha dün denecek kadar kısa bir süre önce komşularımızın tamamıyla kanlı bıçaklıydık; şimdi hepsiyle yeni köprüler inşa ettik. Bu çok önemli bir gelişme. Ağır ağır icra edildiği için belki dikkatlerden kaçıyor; ancak ciddi bir değişim yaşandığında kuşku yok. Düşünebiliyor musunuz,
Suriye ile yakın zamana kadar savaşın eşiğindeydik; oysa bugün bu komşu ülkeyle geliştirdiğimiz
diyalog dünya barış sürecine katkı sağlayacak kadar önem kazandı. Hafta içinde Baş
bakan Tayyip Erdoğan, Suriye'de dörtlü zirveye katıldı. Suriy
e devlet başkanının Türkiye hakkında söyledikleri insanın göğsünü kabartıyor. Sadece Beşar
Esad değil;
Fransa Cumhurbaşkanı
Sarkozy de Türkiye'nin Arap-
İsrail barışına verdiği desteği çok net bir şekilde
itiraf etti. Şimdi İsrail yeni bir müzakereci belirleyecek ve sorunun çözümü adına yeni sayfalar açılacak.
Gürcistan ve Rusya'nın yaşadığı sıcak kriz ispat etti ki, artık hiçbir siyasî hadise iki ülke arasında kalmıyor. Küçük ve dar kapsamlı bir olay, anında yayılıyor ve global bir kriz doğuyor. Dolayısıyla Türkiye'nin bölgesinde yapıcı,
tamir edici, birleştirici, sorun çözücü bir güce dönüşmesi gerekiyor. Son yıllarda yapılan da budur. Abdullah Gül'ün Ermenistan gezisi bir
futbol maçı sadeliğinde başladı, diplomatik bir dönüm noktasına dönüştü. Doksan dakikalık maç dendi ama yedi saatlik bir çalışma ziyareti çıktı ortaya. Tabii ki Türkiye ile Ermenistan arasındaki sorunlar bir ziyaretle ve bir günde çözülemez; ama çok önemli bir adım atıldı. Biz Sayın Cumhurbaşkanı ile dönerken
Dışişleri Bakanı Ali
Babacan, Ermenistan dışişleri bakanı ile görüşmek için orada kaldı. Temaslar sürecek, hükümet işin peşini bırakmayacak, hariciyemiz
teknik takibini tastamam yapacak...
Bugün bazı korkularını yenmiş, özgüvenini kazanmış bir dış politika anlayışı var karşımızda. Bu nedenle de
Kıbrıs konusunda mesafe alındı ve dünya kamuoyu gördü ki Ada'da çözümsüzlük üzerine strateji geliştiren ve çözümü savsaklayan Türkiye değil; Rum tarafıdır. Ermenistan'la girilen diyalogdan Türkiye'nin hiçbir zararı yok. Hele Karabağ konusunda Türkiye siyasî ağırlığını koyacak ve Ermenistan'ı Azerbaycan'la bir araya getirip her iki kesimin de hoşnut kalacağı bir formül bulunmasına katkı sağlayacaksa bundan büyük bir
kazanç da elde edebilir. Kafkaslar'da sular bu kadar ısınmış ve bulanmışken herkesin daha makul ve daha vizyonlu bir politika geliştirmesi şart!
Ermenistan ziyaretinin basına bakan bir yönü var ki onu buraya kaydetmeden geçemem: Ermenistan-Türkiye ilişkileri gibi biraz da netameli bir konuda basın, bir parça makul yaklaşınca bakın çözüm alternatiflerine ne kadar büyük katkı sağlayabiliyor. Türkiye ile kıyaslandığında Ermenistan
küçük bir ülke. 3 milyon nüfusu var, kişi başına düşen millî geliri 2 bin dolar civarında. Koskoca bir ülkeyi bir komşusuyla kıyamete kadar düşman bırakmanın ve bu düşmanlık üzerinden iç politika yapmanın kime faydası olabilir ki!
Medya, Ermenistan konusundaki müsamahakar tavrı
Ortadoğu ülkeleri için de göstermeli. 'Bize ne Arap-İsrail
kavgasından' diyemeyiz. Tabii ki Türkiye dış politikasının ana omurgası Batı ile devam eden,
AB süreci ile perçinlenen bir zemine oturuyor. Türkiye bu eksende değişiklik yapmıyor; tam tersine, bölgesinde sözü dinlenir bir ülke olarak Batı ile girdiği süreçlerde eli kuvvetleniyor. Bu noktalarda en büyük risk basının
ucuz bir söylemle aşırı milliyetçiliğe sığınmasıdır. Bu tür söylemlerle düşmanlıkları körükleme yerine medya, Türkiye'nin yeni vizyonuna göre kendine pozisyon belirlemeli.
Dış politikada büyük değişimlerin yaşandığı bu dönemde Türk medyası elbette gördüğü yanlışları yazacak, hatalı bulduğu noktaları eleştirecek. Ve görecek ki artık dünya eski dünya değil; Türkiye de eski Türkiye değil.
Aktif dış politika, akıl dolu hamlelerle beslenir ve meram doğru dürüst anlatılabilirse gelecek nesillerin daha güçlü bir Türkiye bulacağından kuşkum yok...
Erdoğan-Doğan kavgasında önemli bir ayrıntı
Başbakan Erdoğan hafta sonu,
Doğan Grubu'nu
hedef alan açıklamalar yaptı. Yenilir yutulur sözler değildi söyledikleri.
Aydın Doğan'ın ismini alenen zikreden Başbakan, 'Hilton'dan istediğini alamadığı için çıldırdı, saldırıyor.' diyor. Daha ötesi Doğan Grubu'nun çamur attığını, istediğini alamadığı için
kampanya sürdürdüğünü söylüyor. Bundan sonra 'Gizli götürelim yok. Her şeyi açık ve net millete duyuracağız.' gibi ağır eleştirilere devam ediyor. Erdoğan şu ana kadar yapmadığı ölçüde sert açıklamalar yapıyor ve Aydın Doğan'ın bazı gazeteleri '
tetikçi' olarak kullandığından bahsediyor. Her cümle
zehir zemberek. Kendisine yapılan saldırıların gerçek nedenini açıklamaları için Doğan Grubu'na bir hafta süre veriyor. Açık söylemek gerekirse basın tarihimiz bu kadar ağır suçlamaları bu kadar üst düzeyden ve bu kadar alenen hiç duymamıştı. 'Eğer ispat edemezseniz ahlakî değerler noktasında nasibini almamış birisisiniz' cümlesi de çok ağır, 'aracı, barış elçisi' gibi sözler de unutulur gibi değil. Tam bu noktada ciddi bir muhasebe yapılması gerektiğini söylemek zorundayım; şöyle ki: Normalde, bir başbakandan bu kadar ağır açıklama geldiğinde bütün basının tek bir sese dönüşüp bu duruma karşı çıkması gerekir.
Basın özgürlüğü bunu gerektirir aslında. Böyle durumlarda grup menfaatleri bir kenara bırakılır ve herkes çok ağır eleştirilere muhatap olan bir medya grubuna
destek verir. Dünkü gazetelerde böyle bir hava yoktu. Niçin? Başbakan'dan ya da hükümetten mi korkuyor Türk basını?
Hayır. Konu Başbakan'dan çekinme olsa dünkü gazetelerde Aydın Doğan'ın açıklamalarına hiç kimse yer vermezdi. Kendi gazeteleri dışında Aydın Bey'e destek veren yoktu. Kaldı ki onların desteği de çok sınırlıydı ve 'n'apalım iddia bize ait değil; biz sadece
Alman makamlarında dile getirilenlere tercüman olduk' kıvamındaydı. Oysa Erdoğan bir olaydan hareketle çok daha kapsamlı suçlamalar yapıyor. Onlara
cevap vermek de gerekiyor...
Dostça ve yürekten bir şey söylemek zorundayım: Başbakan Erdoğan'ın cumartesi günü başlattığı
tartışma ve o tartışma sonrası yaşanan derin sessizlik üzerinde çok ciddi düşünmek gerekiyor. En çok da Aydın Bey'in bunu düşünmesi gerektiği kanaatindeyim. Çünkü Doğan Grubu ısrarla yalnızlaşıyor. Çeşitli vesilelerle herkesi kırıp geçiriyor, küstürüyor. O yüzden zor durumda kaldıklarında diğer medya grupları Aydın Bey'le empati yapacağına muhataplarıyla empati kuruyor. Ve büyük bir ihtimalle şöyle diyor: 'Bu grup benzer bir kampanyayı bize karşı da yapmıştı.' Bu yaklaşım doğrudur demiyorum ama gerçek bu. Aydın Bey'in ekibi, patronunu dostsuz bırakıyor. Kimle iyi bir ilişki içinde olduklarını söyleyebiliriz ki?
Sabah Grubu'yla mı, Akşam ekibiyle mi, Ciner şirketleriyle mi, Yeni
Şafak kadrosuyla mı?.. Diyelim ki gerektiği için kavga ediliyor; demezler mi 'Herkes kötü, bir tek siz mi iyisiniz?'
Sakın yanlış anlaşılmasın. 'Oh olsun, iyi oldu' demiyorum; tam aksine diyorum ki 'keşke bu kadar agresif, hatta (kusura bakmayın, vefasız) bir yol izlenmeseydi ve meslekî
dayanışma adına herkes yekvücut olsaydı ve siyasete karşı net bir duruş sergilenebilseydi! Pazar gününün gazeteleri bir ibret tablosudur, üzücüdür; ama bunun asıl sebebine bakmak şart! '
Gazeteler zaten rakibimiz, o yüzden destek vermiyor' denebilir, doğrudur; herkes meseleye kuşatıcı bakamayabilir. O zaman da akla şu soru geliyor: Basının destek vermediği bir gruba kamuoyu mu destek veriyor? Maalesef ona da hayır demek zorundayım. Durum vahimdir. Keşke Aydın Doğan, bu kadar kendini yalnızlaştırmasaydı. Keşke gazeteleri halka sürekli 'bidon kafa, göbeğini kaşıyan adam' muamelesi yapmasaydı... Türkiye değişiyor; dünya değişiyor çünkü. Medya, gücünü siyasî hesaplardan ya da reklâmverenden değil; kamu vicdanından almak zorunda. O vicdan hiçbir baskıya
boyun eğmez; yeter ki haklı olduğuna dair kanaat getirsin.