Yüzlerce yıl hüküm sürdüğü bu coğrafyada yaşayan herkesten bir parça var Anadolu'da. Arnavutluk'taki kadar Arnavut, Bosna'daki kadar
Boşnak, Gürcistan'daki kadar Gürcü bulmak mümkün. Bugün sayıları bir hayli azalmış olsa da Rum, Bulgar ve
Ermenilerden
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olanlar var. Sadece onlarla sınırlı da değil.
Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu'daki bütün halklardan, ırklardan insanlara Anadolu'da rastlayabilirsiniz.
Türkiye Cumhuriyeti yıllarca bu coğrafyada kafasını kuma gömerek yaşamayı denedi. Mesela Balkanlar'daki bütün
Osmanlı kalıntılarını yok saydı. Bu
ülkede yaşayanlar, hemen yanı başımızdaki Balkanlar'da Müslümanların ve Türklerin olduğunu, ancak 90'lı yıllarda öğrenebildi. Türkiye, 1910'lu yıllarda kapanan bir kapının ardına neredeyse bir asır dönüp bakmadı. Devletin resmi görüşüne göre bütün komşular düşmandı ve bizi parçalamak istiyordu.
Suriye düşman,
Yunanistan düşman,
Bulgaristan düşman,
Irak düşman vs.
En büyük ihracat kalemimiz fındıktı. İncir, kuru
üzüm ve
pamuk diğer büyük kalemlerdi. Yıllık birkaç milyar dolarlık ihracat, Türkiye'de rejimi korumayı kendine amaç edinen bürokratik elitler için yeterli oluyordu. Fazlasına çok da gerek yoktu. Yerli malı haftaları düzenler, fındık,
fıstık ve portakaldan oluşan
yerli mallarımızı tüketirdik.
Dışişleri Bakanlığımızın en önemli gündemi
Kıbrıs ve sözde Ermeni soykırımıydı. Başka bir konuyla ilgilenmek abesle iştigal olarak görülürdü. Türkiye'nin Kıbrıs'ta ne kadar haklı olduğu, en azından Türkiye'de yaşayanlara sürekli anlatılırdı. Üstelik biz Ermenileri değil Ermeniler bizi öldürmüştü. Yıllarca aynı cümleler, aynı sözlerle bir
arpa boyu yol kat etmeden ve hep savunmada kalarak günlerimiz geçti. Her on yılda bir
darbe yapan ordu, anketlerde sürekli en güvenilir kurum seçilirdi. Darbeler sonrası yapılan seçimlerde ise nedendir bilinmez, hep Süleyman
Demirel başbakan olurdu. En büyük hedefimiz, hatta tek hedefimiz Lozan'ı koruyup kollamaktı.
Kapıkule ile
Habur arasındaki dünya bize yeter de artardı bile. Ancak son yıllarda bu statüko yavaş yavaş da olsa değişiyor. Bürokratik elitin bütün direnişine rağmen Türkiye, her geçen gün büyüyüp güçlenen bir ülke haline geliyor.
İşte böyle bir zamanda Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül 'resmi' düşmanımıza barış eli uzatıyor. 100 yıllık bir probleme bir başka açıdan bakmayı deniyor. Osmanlı'nın millet-i sadıka dediği;
misyoner okullarının, Taşnak'lar ve İttihatçıların aramızı bozduğu Ermenilere, bin yıllık tarihi hatırlatan bir girişimde bulunuyor. Yüzlerce yıl birbirleriyle neredeyse hiç
kavga etmeden yaşayan iki millet, Batı'nın ulus devlet projesinden çok büyük acılar yaşayarak çıktı. Osmanlı'yı yıkıp yerine birçok ulus devlet kurduran devrin büyük ülkeleri, Türklerle Ermenilerin de bin yıllık dostluğunu bozdu. Bu kavgadan iki taraf da fayda sağlamadı. Ermeni soykırım tasarısı yıllarca büyük devletlerin Türkiye'den istediklerini alabilme aracı olarak kullanıldı, Ermenilerin hiçbir işine yaramadı. Türkiye, bütün enerjisini aynı mesele üzerinde harcayıp bitirdi.
Bugün Türkiye,
CHP kafasındaki resmi görüşe sığmıyor. Ülkedeki enerjiyi bu resmi görüş dizginleyemiyor artık. Türkiye; kendisi istese de istemese de, dünya istese de istemese de bölgenin çok etkili bir gücü durumunda.
Ulusalcılık adı altında ülkeyi Habur ve
Kapıkule arasına hapsetmek isteyenlerin, varlığını bu statükonun varlığına bağlayanların çabaları bu değişimi engellemeye yetmeyecek. Dileriz Abdullah Gül'ün açtığı bu kapı, aradaki problemlerin yok edilmesi için çok iyi bir fırsat olur.