SÖZ GIRTLAKTA KALIR ÇÜNKÜ...

Şair olsam hüznü yazardım, sonra da...


Sabahtan beri durmadı yağmur. Gri, kurşuni bir gün. Her şey kasvetli. Gün öyle doğdu. Yağmur keşke kara çevirse. Vakit geçiyor. Yazıya oturmak lazım. İçimdeki hüzün... Sürekli kıpır kıpır. Şair olsam, hüznümü yazardım. Sonra da Refik’le paylaşırdım. Bazen dünyanın olmadık yerinden telefon ederdim Refik Durbaş’a. İçimi döker, ondan ruh hallerime uygun birkaç dize tavsiyesi alır, yazıma öyle devam ederdim. Bir keresinde Hindistan’dan, Kalkütta’dan aramıştım onu. Yoksulluğun rengarenk çiçek açtığı bir diyarda, sabahın köründe, yarı beline kadar çamurlu suya gömülmüş bir adam, koca tekneyi beline bağlı bir kayışla nehrin kıyısına çekmeye çabalıyordu. Göz göze gelmiştik o adamla. Hüzün doluydu bakışları. İçim acımıştı. O fotoğrafı, Refik’in bir dörtlüğüyle birlikte yazımın içine gömmüştüm. Geçmiş olsun, Refik Durbaş! Duydum ki, Oral Çalışlar‘dan sonra sende de bir kaç damar değişmiş. Anlaşılan artık kalbin bizim memleketin hoyratlığına karşı daha dayanıklı... Yağmur şakırdıyor. Ortalık karardı. İyi ki Bach var. Bach’ın adagio’larıyla birlikte kitapların dünyasına sığınıyorum. Müzik ve kitap... Tahammül duygusunu pekiştiriyor. Kitaplar Mehmet Uzun’la ilgili. Biri, Muhsin Kızılkaya’nın: SEN Û BEN.(*) Öteki, Şeyhmus Diken’in: Zevalsiz Ömrün Sürgünü.(**) Acıyla yüklü sayfalar... Ve acının insanı nasıl olgunlaştırdığı... İnsana nasıl vicdan kazandırıp, nasıl yaratıcı kılabildiği... Mehmet Uzun’u, modern Kürt edebiyatının en büyük ustasını kanserle boğuştuğu günlerde Diyarbakır’da tanımıştım 2006’da. Bana demişti ki: “Okula gittim, Kürtçe konuştum, tokat yedim, Türkçe bilmiyordum ki.” Şöyle devam etmişti: “Bir tokatla tanıştım Türkçe ile. Benim anadilimle bağım böyle koptu. Dili yasaklamak, bir insanı kendi dilinden koparmak vahşettir, insanlık suçudur. Bence bu Kürtçe yasağı Türkiye Cumhuriyeti’nin en büyük yanlışlarından biriydi.” Ama insanı ne dilinden, ne kökünden koparabiliyorsun. Mehmet Uzun buna örnektir. Tokat yedi, hapse düştü, sürgün yaşadı ama dilinden de, köklerinden de kopmadı, yılmadı. Kürt dilini romanlarıyla geliştirdi. Kürtçe okuma yazmayı, 18 yaşında hapisteyken Musa Anter’den öğrendiğini anlatmıştı bana. 1990’ların Güneydoğu’sunda ‘faili meçhul cinayet’e kurban giden Kürt aydını Musa Bey... Muhsin Kızılkaya’yla Şeyhmus Diken’in güzel kitaplarını okurken, aklıma yine benim o klasik sorum takılıyor: Yaşamak için ille acı çekmek mi lazım?.. Galiba bazen öyle. Bir bedel ödemek gerekiyor. Birileri de o bedeli ödüyor. Kimi Hrant Dink gibi hayatıyla, kimi Mehmet Uzun gibi hapisle, sürgünle ödüyor o bedeli... Bu bedelin karşılığında ise, başkaları da çıkıyor yaşanan o acılara yüreğini, vicdanını açmaya, acıları paylaşmaya başlıyor. Lafı uzatmak yersiz belki. İnsanlığın tekerleği başka türlü dönmüyor iyiye, güzele doğru... SEN Û BEN’den: “Bir sürgün için en fena saatler, akşam saatleridir,’ demişti Albert Camus Günlükleri’nde, belki öyledir ama benim için en fenası sabah saatleri oldu; sürgünün yalnızlığını en çok bu saatlerde hissettim ben. Çünkü uykudayken bulunduğum yerde değildim ben uyandığımda; rüyalarım alıp hep beni memleketime, dedeme, anneanneme, mücadele arkadaşlarıma, çocukluğuma, ölen yoldaşlarıma götürüyordu. Güzel rüyalar görüyordum ama uyanınca o yakınlarım bir anda uzaklaşıyor, sürgün ülkesinin gerçeğiyle baş başa bırakıyordu beni...”(s.218) Şeyhmus Diken’in kitabının bir yerinde(s.189)rastladım. Mehmet Uzun, Diyarbakır’da, 2006 yılında yaptığımız sohbette bana demiş ki: “Ben sürgün yazarıyım.” O cümlesini de hatırladım: “Sürgünden söz etmek hep zordur, söz gırtlakta kalır çünkü...” İyi pazarlar! ——————- * Muhsin Kızılkaya, SEN Û BEN, Anılarla Mehmet Uzun’un hayatı, İthaki Yayınları, 2008. ** Şeyhmus Diken, Zevalsiz Ömrün Sürgünü Mehmet Uzun, Lis Yayınevi, Ocak 2009.
<< Önceki Haber SÖZ GIRTLAKTA KALIR ÇÜNKÜ... Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER