Ergenekon soruşturması gizli kalmış o kadar çok hadiseyi ortaya çıkarıyor ki hakkıyla takip edebilene
helal olsun. Yaşananların hepsi de önemli! Cephanelikler bulunuyor,
derin devlet-
PKK,
Hizbullah bağlantıları gizlenemez hale geliyor...
Öyle gerçekler gün yüzüne çıkıyor ki bu
manzara karşısında ilgili kişiler ve kurumlar artık 'Bu korkunç hataları düzeltecek bir şeyler yapmak zorundayız' demeli. Maalesef en çarpıcı örnekler medya dünyasından gelmeye devam ediyor.
Hafta içinde gazeteci
Nuray Başaran'ın anlattıklarını hayretler içinde izledi kamuoyu. Özellikle de
iletişim uzmanları ve gazeteciler. Meğer neler yaşanıyormuş bu
ülkede neler? Ders çıkarmak, ibret almak gerekir. Bazen 'bir musibet bin nasihatten evladır' derler. Bizim medya için bu kaçıncı musibettir, bu kaçıncı nasihattir? Yaşananlar asker-
sivil ilişkilerinin yanlış bir mecrada sürüklenip gittiğini bir kez daha görmek için önemli bir fırsattır; tabii ki görmek isteyenler için...
Dilerseniz olayı kısaca özetleyeyim.
Ergenekon davası kapsamında sorgusu yapılmak istenince Rusya'ya kaçan, daha sonra
Türkiye'ye döndüğünde tutuklanan
emekli Tuğgeneral Levent Ersöz, çok ilginç açıklamalarda bulunuyor. Bu arada gazetecilerle ilişkisine dair de önemli ipuçları veriyor. Şaşırtıcı olmaktan da öte, üzücü bir durum. Dönemin
Jandarma Genel Komutanı Şener
Eruygur ile birlikte medyanın önemli simalarıyla bir araya gelmişler mesela. 'Olabilir; ne var bunda?' denebilir. Gerçekten de öyle. Bir kuvvet komutanı ve ona bağlı çalışan istihbarat daire başkanı bazı medya patronları ve çalışanlarıyla bir araya gelebilir; ancak konu demokratik yollarla seçilmiş bir hükümetin nasıl yıpratılacağı mı olmalı? Ya da komutanlarla gazeteciler askerî makamda başka gazeteciler hakkında mı konuşmalı? Veya bu tür toplantılarda komutanlar
Cumhuriyet adlı bir gazetenin tirajının nasıl artırılacağına dair teklifler mi sunmalı? Sorular uzadıkça şunu demek zorunda kalıyorsunuz:
Hayır! Kamuoyuna mal olan konuşmalar ne medya mensuplarına yakışır ne de Türk Silahlı
Kuvvetleri (TSK) gibi binlerce yıllık geleneği olan bir kuruma. Demek ki bazı fertler hata yapmıştır; bu hatanın önümüzdeki zaman diliminde düzeltilmesi gerekir.
'Seni de kaybettik...'
Nuray Başaran 2002
seçimlerinde pek çok siyasi liderle seçim meydanına gittiğini ve bir Ak Parti mitinginden sonra
Tayyip Erdoğan'a ilginin büyüklüğünü görerek bir yazı yazdığını söylüyor ve devamında şunları ifade ediyor: "O zamanın üst düzey komutanlarından bir tanesinden
telefon aldım. 'Sen nerdesin?' dedi. Söyledim. Şu anda emekli zaten, ismini söylemek istemiyorum. 'Ben' dedim 'Tayyip Erdoğan ile
seyahatteyim.' 'Bu yazı ne?' dedi. 'Nasıl yani yazı ne?' dedim. 'Ya tamam seni de kaybettik, sen de irticacı oldun.' dedi. Bu kadar açık söyledi. Ben dehşete düştüm. 'Paşam ben sadece izlenim yazdım.
Gazeteci gördüğü resmi yazar. Görevi de budur. Benim burada gördüğüm resim budur.' dedim. 'Gelince seninle bir konuşalım' dedi.'
Daha kötü bir manzara naklediyor Başaran. Üzülerek okuduğum satırlarda; bir sabah kendisinin takip edildiğini, hatta 13 yaşındaki çocuğunun da takip altında tutulduğunu söylüyor. Takip eolayını ve telefonlarının dinlenmesini araştırdığında da karşısına
jandarma istihbaratının ve Levent Ersöz'ün çıktığını anlatıyor canlı yayında. "Kendime yakın bulduğum bir komutandan rica ettim." diyor Başaran. Bu komutana neden izlendiğini sorunca aldığı
cevap aynen şöyleymiş: "Sen irticacıymışsın." İlginç değil mi?
İrticacı olmak işte bu kadar basit. Çarçabuk gelişen bu olay Başaran'da da şok etkisi yapmış olacak ki "Her yere soruyorum, son gittiğim komutana da sordum. Levent Ersöz'e sordum." diyerek o günkü
savunma cümlesini ATV ekranlarında tekrar ediyor: "Paşam benden her şey olur ama bir tek irticacı olmaz. Çünkü ben İzmirliyim, işte Karşıyaka'dan geldim. Benim ailem belli. Dünyaya bakış açım belli..."
Başaran, kendi perspektifinden (biraz da telaşla) savunmasını yapıyor; ancak o savunmada üzücü bir nokta var. Ne demek 'benden her şey olur ama' diyerek başlanan cümlede 'İzmirli olmak'? Ailesi belli olmak? Daha açıkçası, İzmirli olmayanlar için makul müdür irticacı sayılmak? Nuray'ın başına gelen irtica suçlaması bir başkasının başına gelse ve o gazeteci de İzmirli olmasa, ailesi de bir manada 'belli' denerek bir şifre ortaya koymasa ne yapacak? 'İrtica yapışacak mı?' şartları tutmayan kişilere? Bu nasıl iştir anlayabilen var mı
Allah aşkına?
Her neyse. Sonuçta Ersöz'den komutanlar vasıtasıyla randevu almış Nuray Hanım ve derdini birinci dereceden sorumlu kişiye aktarmış. Bu noktadan sonrası daha ilginç. Anlatılanlara göre Ersöz bir medya grubunun iç işleri diyebileceğimiz her şeyi sormuş, sorgulamış. Mesela
Tuncay Özkan'ın niçin gruptan uzaklaştırıldığına dair sorular da sorulmuş. Başaran bunları izah ederken
Tuncay Özkan ile ilgili ağır ithamlarda bulunuyor. Mesela şöyle bir iddiayı dile getiriyor: "Tuncay Özkan,
Kanal D'den Show TV'ye geçerken geldiği televizyonun arşivini 'çalmış' ve 500 bin dolara satmış..." Bir korkunç iddia da Ersöz'den. Araştırmacı diye şöhret olmuş Faruk Demir'in kendilerine dört sayfalık
darbe planı getirdiğini söylüyor Ersöz. Bu iddialar dünyanın herhangi bir ülkesinde ortaya atılsa
kıyamet kopar mı kopmaz mı?
Meslekler bu kadar iç içe girince
İşin doğrusu bütün bu yaşananlar Türk medyasını yakından bilenler için pek de
sürpriz sayılmaz. Ersöz'ün diğer görüşmeleri de Ergenekon iddianamesinde daha önce geçmişti. Hatırlarsınız; Cumhuriyet
Ankara Temsilcisi Mustafa
Balbay'ın askerî makamlarla görüşme yaptığı ve bu toplantının gizlice kaydedildiği anlaşılmıştı. O günkü görüşmede Levent Ersöz ve
Albay Atilla Uğur'un olduğu ileri sürülmüştü. Bu ikilinin medya patronlarıyla ve gazetecilerle de görüştüğü, talimatlar verdiği yapılan gizli kayıtların ortaya çıkmasıyla anlaşılıyor. İşin ilginç yanı, sadece
siyaset mühendisliğine dair görüş alışverişinde bulunmuyorlar; bir de gazetecileri çekiştiriyorlar. Ve görüşmeye katılan gazeteciler de bunda bir sakınca görmüyor. Mesela Balbay,
Tayfun Talipoğlu gibi
Murat Yetkin gibi meslektaşları hakkında konuşuyor, konuşulanları tasdik ediyor. Eyvah ki ne eyvah! Kim bilir daha neler çıkacak ortaya neler. Şu anki durum bile vahim. Cumhuriyet'in Ankara temsilcisi, istihbaratın en zirvesine gidiyor, gazetenin tirajının 200 bin olması için kışlalarda nasıl
satış yapılacağını konuşuyor mesela.
Amerika düşmanı gibi gözüken Cumhuriyet Genel Yayın Yönetmeni
İlhan Selçuk, Washington'a adam gönderiyor ve hükümetin nasıl alaşağı edileceğini konuşuyor. ...
Hiç kimse kusura bakmasın; ama olacağı buydu! Meslekler bu kadar iç içe girince bu tür bir kazanın yaşanacağı aşikârdı. Tarihin eski yapraklarına kadar hayalen seyahat etmeye gerek yok. 28
Şubat brifinglerini hazır ol vaziyetinde dinleyenler, elleri patlarcasına buyruklara alkış tutanlar, andıçlar yüzünden meslektaşlarını kapı dışı edenler, '
genç subaylar rahatsız' manşetiyle darbe ve cuntaya zemin hazırlayanlar... Bugünkü kargaşanın asıl sebebi sizsiniz.
Bir an önce normalleşmek gerekiyor. TSK için de durum böyle, medya için de. Herkes kendi asli görevine dönmedikçe kan kaybı devam eder ve bu kötü gidişattan ülke büyük zarar görür. Şu ana kadar gördüğü zarar bile yıllarca telafi edilemeyecek kadar derindir. Yine de bir yerlerden başlamak şart. En iyisi çoğulcu ve katılımcı demokraside medyanın kendine yeni bir pozisyon ayarlamasıdır...
İstanbul,
finans başkenti olur mu?
Hafta içinde katıldığım bir toplantının ana konusu yukarıdaki başlıktı. Toplantıyı
Devlet Bakanı ve Baş
bakan Yardımcısı Nazım Ekren düzenlemişti. Büyük medya kuruluşlarından en üst düzey yöneticiler davet edilmişti. Toplantı tekniği bakımından gösterilen titizliğe bayıldım doğrusu. Tam saatinde başlayan görüşmeye Bakan Ekren kısa bir konuşmayla açış yaptı. Çok kibar konuşuyor Sayın Bakan. Tane tane anlatıyor meramını. Kısa ve öz konuşmada finans merkezi olmak ne demek, kaç senelik bir çalışmayla karşı karşıyayız, bundan sonra alınması gereken mesafeler nedir gibi konulara açıklık getirdi. Bakan Bey'in asıl istediği kendisinin uzun uzun konuşması değil; medya yöneticilerinin düşüncelerini öğrenmekti.
Bakan Bey'in yanında Devlet Planlama Teşkilatı'nın yetkilileri de vardı. Onlar da kısa bir sunum yaparak meselenin
teknik bazı ayrıntılarını naklettiler. Sonra
Türkiye Bankalar Birliği Başkanı
Ersin Özince kısa bir konuşma yaparak, finans çevrelerinin bu projeye bakış açısını özetledi. Ortaya hoş bir manzara çıkmıştı: Önümüzdeki beş yılı, hatta yirmi beş yılı planlayan bir proje vardı ve bu konuda devletten sivil
toplum kuruluşlarına kadar uzanan geniş bir yelpazede görüş alışverişi yapılıyordu. Konuşmalardan anlıyorduk ki gün boyunca pek çok sivil toplum kuruluşuyla bir araya gelen Bakan Bey ve yanındaki
heyet, bizden sonra da bazı heyetlerle görüşecek ve projenin daha sağlıklı bir zemine oturması için gayret sarf edecek.
Toplantıda sorular soruldu, eleştiriler getirildi, analizler yapıldı.
Medya tarafından bakınca görüşmenin aydınlatıcı ve verimli geçtiğini rahatlıkla söyleyebilirim. Üstelik iletişim ve toplantı geleneği açısından da çok başarılıydı görüşme. Vaktinde başladı, vaktinde sona erdi. Herkes fikrini söyledi, herkes dikkatle dinledi. Keşke siyaset üstü bu tür konular böyle zeminlerde ve doğru iletişim metotlarıyla daha sık gündeme getirilebilse. İstanbul önce bölgede, sonra da dünyada finans merkezi olur mu? Toplantıdan edindiğim kanaat 'Niçin olmasın!' diyor. Yakışması bir yana, insan kaynakları ve coğrafî avantajlar da lehimize. O zaman geriye sadece başta hukuk
reformu olmak üzere bir kısım yapısal değişiklikler kalıyor. Onu da bu ülkenin değişime açık iç dinamizmiyle çözmek mümkün. Yeter ki herkesi doğru bilgilendirecek ve şeffaflığı güçlendirecek iletişim yolları kullanılabilsin. Toplantıda bu hava ve kararlılık vardı...