"Lausanne" deyince şehri, "
Lozan" deyince antlaşmayı anlayacaksınız!
İşte "Montreux" de böyledir, böyle yazılırsa caz şenliğiyle ünlü o şirin
kasaba, "Montrö" yazılırsa orada imzaladığımız antlaşma anlaşılır. (Kasaba dedim, çünkü ikisine de iki kere gittim gördüm, şehir mehir değiller.)
İsviçre'de değil Fransa'da,
Paris yakınlarındadır ama, "Sevres" için de bu böyledir...
"Sevres" başka, "Sevr" başkadır!
Bu çemişlik, "transkripsiyon" kurallarının henüz oluşmadığı dönemden, yeni yazının henüz "başıboş" kullanıldığı, "tam oturmadığı" otuzlu yıllardan bize armağandır: Bazı eski "muharrirler",
yabancı isimleri, Latin alfabesiyle yazılıyorlarsa oldukları gibi bırakmak yerine, onları da dilimizde "okundukları gibi" yazmayı denemişlerdir... Çünkü hazretler devrime rağmen eski yazı kullanırlar, dizgici sonra bunları yeni yazıya çevirirdi!
(Fakat yanlış yapmaktan da kurtulamamışlar. Amiral Calthorpe'u "Galtrop", General Trikupis'i "Trikopis" yazmak da cumhuriyetin ilk dönemi Türk matbuatının saçmalıklarından biri olmuş.)
Kemal Tahir de böyle yapardı ama o "Batı'ya gıcıklık olsun" diye yapardı, "Folkner, Balzak, Flober" falan diye yazardı...
Her neyse. Kısa süren RusyaGürcistan savaşı üzerine NATO'nun "Karadeniz'e gemi çıkarma" girişimiyle "Montrö" yeniden gündeme geliverdi.
Herkes, bu antlaşmanın ne kadar doğru, ne kadar yerinde olduğunu söylüyor, öve öve göklere çıkarıyor ve bunu "cumhuriyetimizin büyük bir başarısı" olarak kabul ediyor.
Öyledir. "Montrö" ile
Boğazlar üzerinde, yani kendi topraklarımız üzerinde nihayet söz sahibi olabildik.
Fakat bu, ancak 1936 yılında mümkün olabildi!
"Lozan" dan, yani 1923 yılından "Montrö" ye, yani 1936 yılına kadar tam on üç sene boyunca, Boğazlar bölgesine askerimizi bile sokamıyorduk!
Çünkü, anlı şanlı İsmet Paşa'mızın imzaladığı anlı şanlı "Lozan",
İstanbul ve
Çanakkale boğazlarının, ve dahi
Marmara Denizi'nin yönetimini uluslararası bir komisyona bırakmıştı!
"Bu ne rezalet" diye
sorgu sual eden muhalifler de
tasfiye edilmişlerdi... Tıpkı Musul ve
Kerkük hakkında ağızlarını açamadıkları gibi bu konuda da susmak zorunda kalmışlardı.
Egemenlik, birçok bölgede kayıtsız şartsız milletindi ama Marmara Bölgesi'nde kayıtlı şartlı milletindi!...
Bunu, istediğiniz gibi pazarlayabilirsiniz tabii.
Örneğin, İsmet Paşa'nın
Osmanlı borçlarının "payımıza düşen kısmını" kabul etmiş olmasını da dilerseniz "fiyasko", isterseniz "büyük başarı" diye satabilirsiniz.
Meselenin tarihini yazan Ali Naci Karacan ikinci yolu,
Kadir Mısıroğlu birinci yolu seçmişti.
Ben ortadan giderim ve sorarım: Osmanlı'ya
küfür ediyorsunuz, her şeyini reddediyorsunuz da borçlarını neden kabul ediyorsunuz?
Şimdi de, Misakı Milli sınırları içinde bulunan Musul ve Kerkük'ü bırakıyorsunuz da, Misakı Milli sınırları içinde bulunmayan
Kıbrıs'a niçin yapışıyorsunuz? ( "
Türkiye ana vatandır, Kıbrıs yavru vatandır" gibi ilkokul sloganları atan zavallılara sormuyorum, kafası çalışan adamlara soruyorum.)
Bu "pragmatik
politika" mıdır, yoksa bir "aczin ifadesi" mi?
Seçiniz... Çünkü buna göre sağcı ya da solcu olunuyor bu saçma memlekette...
"Abdülaziz öldürüldü" diyen namuslu insanların sağcı, "Abdülaziz
intihar etti" diyen yalancıların solcu sayıldıkları memlekette...
"Seçimi AKP kazanacak" diyen gerçekçi ve dürüst insanların sağcı, "seçimi
CHP kazanacak" yazan soytarıların solcu sayıldıkları memlekette...