Söyleyecek sözü kalmayan, saldırmaktan başka yol bulamaz kendine. Saldırdıkça bayağılaştığının farkına varamaz. Zavallı bir ruh haliyle tek istediği vardır: Dikkate alınmak, önemsenmek, değer verilmek. Oysa herkese çamur atarak dikkat çekmek mahallenin delisi rolüne soyunmak gibidir; etek de giyse, düdük de çalsa, amuda da kalksa hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur.
Adam gibi
gazetecilik yapılan ülkelerde editörlük sistemi,
kalem şehvetinin her gün işlediği zinaya müsaade etmez. Yani, eline kalem alan kimse, insanları, kitleleri rencide edecek yazılar yazamaz. Bunun adı
sansür değil; yayıncı sorumluluğudur. Kimin haddine düşmüş ki bir gazetenin verdiği imkânı başkasına
hakaret için kullanabilsin. Kimin haddine ki yazarlığı, oraya buraya salya saçmak derekesine indirgeyebilsin. Kimin haddine ki halkı aydınlatmak gibi kutsal bir gayenin etrafında odaklanmış bir mesleği kişiliksiz kavgalara aracı yapsın.
Üzülerek kaydetmem gerekiyor ki
Türkiye'deki gazetelerde neşredilen pek çok köşe yazısını
yabancı bir dile çevirip muteber bir gazetede neşretmeye kalksanız devreye mahkemeler girer. Müsaade etmezler adama.
Ayrımcılık (discrimination) yapmanıza, nefret suçu (hate crime) işlemenize izin vermezler. Maalesef bu ülkenin gazete ve televizyonlarında kendi
yetki ve sorumluluğunun bilincinde olmayan çok sayıda editör var. O yüzden bazı köşe sahipleri derebeyi gibi davranmayı cesur yazarlık sanıyor; en azından öyle bir maskenin arkasına gizleniyor.
Yazı yoluyla hakaret eden korkaktır
Hakaret ile cesaret, yeryüzü ile
gökyüzü kadar uzaktır birbirine. Yazı yoluyla insanlara hakaret eden korkaktır! Başkasını aşağılayan, aslında kendini aşağılamış olur. Kendine gazeteci deme cüretini gösteren fakat hiçbir meslekî başarısı bulunmayan muhterislerin başkasının gazeteciliğini
sorgulama hakkı olabilir mi? Fakat nedendir bilinmez Türk gazeteciliğinde kariyerini hakarete bağlayan pek çok isim var. Başlı başına bir araştırma konusudur bu. Bir insanın özel hayatında bazı dengesizlikler olabilir, adamın ağzı bozuktur, kalbi bozuktur vesaire. Ancak yazı yazmanın ya da bir televizyonda program yapmanın kendine mahsus bir ciddiyeti, nezaketi ve nezaheti vardır. Bu çerçeveye riayet etmeyen, başkasına zarar veriyor gibi gözükse de, kendine de zarar verir gazeteciliğe de.
Kalem savaşları bu mesleğin cilvelerindendir. Geçmişte de yapılmıştır, bugün de yapılır; yarın da yapılacaktır. Kalem savaşları bilgi ve görgüyle yapılır, derin
analizler içerirse tadına doyum olmaz; okur için de (
seyirci için de) aydınlatıcı olabilir. Bu bakımdan tesadüm ü efkar denebilecek üsluplu tartışmalardan kamu yararı bile çıkartılabilir. Ne var ki Türkiye'de bilgi ve görgüsü itibarıyla çıtası, yüksek tartışmalara yetmeyenler kendilerine de, mesleğe de ülkeye de zarar veriyor. Bir adam kendine foseptik rolü biçiyor ve üzerine taş atılması için yanıp tutuşuyorsa, bazen satır aralarından bir bahane uydurup birilerinin üzerine kendinden bir şeyler sıçratmaya çalışıyorsa bu kişinin ciddiye alınmasını beklememek lazım. Çünkü çoğu zaman tekebbür kokan salvolar, şahsî kapris ve kişilik bozukluğuna dayanır.
Medya sektöründe çalışan bazı insanlar, yaptıkları işin sorumluluğunu idrak edeceklerine bir süre sonra kibre kapılıyor. Kendilerini dev aynasında gören pek çok insan, çalıştığı kurumun
marka değerini ve kendisine muvakkaten verilmiş bir sıfatı kerameti kendinden menkul vehimlere teslim ediyor. Ele geçirdiği köşeden insaf ve izan sınırlarını aşabiliyor. Ve işin daha kötüsü, temel ve evrensel yayıncılık ilkeleri açısından denetim görevi yapması gereken yetkililer bu vahim duruma dur demiyor ya da diyemiyor. O zaman editör kadrosu niçin çalıştırılıyor ki, genel yayın yönetmenleri ne işe yarıyor ki! Ona buna küfredip sonra da söylediklerine genel yayın felsefesiyle
itiraz edenlere "sansür" suçlaması yapanlar, 'yavuz hırsız ev sahibini bastırır' taktiğiyle kendi hatalarını örtbas etmek istiyor. Dünyanın hiçbir yerinde bu kadar serserice yayın yapılmıyor. Öyle adamlar var ki Türk basınında, yalanı tescilli,
iftirası herkesin malumu, çirkefliği herkesin marufu...
Madalyonun bir de aydınlık bir yüzü var. Türk medyasında çok değerli gazeteler, yazarlar, analizciler çalışıyor. Hatta bilgi ve deneyim açısından Türk medyasının fikir işçileri dünya medyasında mûtena bir yere sahip. Ne var ki toplam kaliteyi aşağıya çeken bazı kişiler mesleğe de leke sürüyor. Kim iyi gazetecidir, kim kötü gazetecidir? Hangi gazete(ler) daha kalitelidir? Bu soruya kim
cevap verebilir? Hemen baştan söyleyeyim ki kimin iyi gazeteci olduğuna öncelikle kamu vicdanı karar verir. Sizi beğenir ya da beğenmez, takdir eder ya da etmez, okur ya da okumaz, seyreder ya da seyretmez... Bunun dışında söylenen her söz laf ü güzaftır, bühtandır. Hele adam kendini otorite ya da duayen vehmediyorsa ve bir de kalkıp "o gazeteci değildir; bu gazetecidir; filan gazete gazeteciliği bilmiyor" gibi ahkam kesiyorsa ortada şizofrenik bir ruh hali var demektir. Beyefendiye/ya da hanımefendiye sorarlar: Sen kimsin? Hangi tevehhümle kendini nerede görüyorsun?
En güzel cevap sükût...
Ölçü şudur:
Gazetecilik şerefli bir meslektir; onun şerefi ancak mesleğini doğru ve sorumlu yapanlarca korunabilir. Bir de
çürük elma(lar)ın bu meslekteki namuslu insanları çürütmesine
boyun eğmemek gerekiyor. Çürükler istiyor ki herkes kendilerine benzesin. İstiyorlar ki hakarete hakaretle cevap verilsin. Oysa zifiri karanlık dehlizlerden homurtular yükseltene verilecek en güzel cevap sükûttur. Bir de kendi işine odaklanan insanların ufuk turunda sürekli kanatlanıp durması gerekiyor. Gazeteciliği en kutsal emanet olan bilgi
taşıma sanatı olarak görenler, paçalarından tutup da seviye düşsün diye debelenenlere dönüp bakma lüksüne sahip değil. İşini doğru yapanların odaklandığı ufuk, evrensel gazetecilik kalitesiyle kesişiyor; beyhude dalaşmalarla değil!
Kimin doğru gazetecilik yaptığı ya da hangi gazetenin doğru bir çerçevede yayın yaptığını anlamanın bir başka yolu daha var: Bir gün herkes bugünkü emanetlerini bırakıp gidecek ve herkesin arkasında geriye bıraktığı eserler kalacak. Yazdığı yazılar, yaptığı gazeteler, düzenlediği programlar, hazırladığı haberler... Bir gün mesleği de bırakıp gideceğiz... Bırakın mesleğimizi bir gün bırakıp gitmeyi, bir gün hayata
veda edip gideceğiz. Arkamızdan konuşulan her şey zanna dayanır; hüsn ü zan eden, sizi hayırla yâd eder, su-i zan yapan, sizin hatalarınızı sayıp döker. Asıl önemli olan, hayatını yazıya bağlayanların geride bıraktığı eserlerdir. O eserler arasında
küfür, hakaret, aşağılama gibi icraatlar yer alıyorsa sizin iyi bir gazeteci olduğunuzu söylemeniz basit bir hüsnü kuruntudan öteye geçemez. Geriye kalan eserleriniz, sizi sadece ferdî bir değerlendirmeye tabi tutmaz; çalıştığınız kurumu da bağlar.
Seviyesi düşük haber ve yorumlara izin verenler seviyeli bir yayın bırakamaz arkasından. Daha açık söyleyeyim: Gazetesinde aşağılık yazılara yer veren ya da televizyonunda paçasından çamur damlayan programlara müsaade eden yöneticiler de tarihe hak ettikleri bir şekilde kaydedilirler. Türk medyası yarınlara dair tarihin ahkâmını beklemeksizin bir iç muhasebesi yapmak zorunda; çünkü ağzı bozuk üslubun
prim yaptığı günler maziye karışıyor. Yeni gelen nesiller enformatik özelliği ağır basan neşriyattan bilgi,
belge, yorum, analiz vs. isteyecek. O zaman kendi cehlini hakaretlerle kapamak için aynadaki aksine secde edenler çok zor günler yaşayacak!
Kehanet saymayın lütfen; istikbale dair bir keskin gerçeği söylemek zorundayım: Yarının medyasında yazı veya görüntü yoluyla kendine hakaret kariyeri yapan küfürbazlara, saldırganlara yer yok! Onlar küflü mağaralarından yine insanlara sataşacak; ama bulamadıkları ilgi yüzünden hezeyanlara kapılacak...
Akşam Genel Yayın Yönetmeni'ne dostça bir soru
Yeni Şafak'ta
Mehmet Gündem hoş bir medya röportajına
imza attı. Akşam'ın genel yayın yönetmeni
Serdar Turgut'a birbirinden ilginç sorular sordu. Dikkatimi çeken bir hususu buraya kaydetmekte fayda görüyorum. Turgut, uzun yıllar beraber çalıştığı (daha doğrusu yöneticiliğini yaptığı) iki yazar hakkında pişmanlığını ifade ediyor. Güler Kömürcü için "Çok önceden atmayı düşünüyordum ama gözaltına alındı. Düşmüş bir kadına bir
tekme de ben vurmak istemedim. Kömürcü'yü Ergenekon'dan
beraat ettiği gün atmaya karar verdim, fakat gitti Ergenekon'dan hapse düşmüş bir adamla evlendi..." Bu şaşırtıcı açıklama üzerine söz Nihat Genç'e geliyor. Genç için "O büyük bir hataydı." diyen Akşam'ın yayın yönetmeni "Siyasi meczup gibi davranıyor." yorumunu yapıyor ve ekliyor: "Türkiye düşük düzeydeki fikirlere o kadar rağbet gösteriyor ki, siz milliyetçi asıp kesmelerle ilgili bir haber yaptığınızda en çok okunan oluyorsunuz. Nihat figürleriyle fikir düzeyinde mücadele edip onları yenmek lazım..."
Şaşırtıcı bulduğum kadar söylenenleri üzücü bulduğumu
itiraf etmem gerekiyor. İnsan kendi yazarı hakkında bu kadar olumsuz düşünüyorsa niçin bu kadar katlanır ki? Ve daha kötüsü yayın yöneticilerinin katlanmak zorunda kaldığı daha başka yazarlar var mı? Sıkıntı göründüğünden daha büyük; çünkü yalan, iftira, küfür, hakaret kol geziyor bazı yayınlarda.