Eğer bir
Amerikan Başkanı,
Barack Hussein Obama,
Beyaz Saray’a taşınmasından sonra daha dört ay bile geçmeden ilk ikili denizaşırı ziyaretini
Türkiye’ye yapıyorsa, yeni
Amerikan yönetiminin öncelikler listesinde Türkiye’nin önemi ortaya çıkar.
Bu açıdan herhangi bir kuşku yok.
Şu da söylenebilir:
Başkan Obama Amerika’sı Türkiye’yi kaybetmek istemiyor, önemsiyor ve Türkiye’yle dostluk ve
işbirliğini derinleştirmek istiyor.
Nedenleri sır değil.
Amerika’nın ‘sorunlar coğrafyası’na baktığınız
vakit Irak,
İran,
Suriye,
Lübnan,
İsrail,
Filistin görülür. Başta Suudi
Arabistan olmak üzere
Körfez ülkeleri ya da petrol alemi dikkati çeker.
Rusya bu coğrafyaya bitişiktir.
Hazar Havzası’ndan Batı’ya doğru açılan enerji yolları ve enerji güvenliği gibi yaşamsal bir konu, yine bu coğrafya kapsamındadır.
Balkanlar-
Kafkasya-
Ortadoğu’dan oluşan
şeytan üçgeniyle de,
Afganistan’la da kesişir bu coğrafya.
Türkiye işte Amerika’nın bu ‘sorunlar coğrafyası’nın tam yüreğindedir.
Üstelik büyük ve güçlü bir ülkedir. ‘
İslam ülkesi’dir ama birçok eksiğine rağmen bir demokrasidir, laik bir cumhuriyettir.
Güçlü bir ordusu vardır.
Batı’nın bir parçasıdır, ABD’nin dostu ve müttefikidir ve NATO üyesidir. Aynı zamanda AB’ye
ortaklık süreci içindedir.
Şu rahatça söylenebilir:
Yeni Amerikan yönetimi, kendi ‘sorunlar coğrafyası’nda Türkiye’yle çok işi olduğunun bilinci içinde gözüküyor.
Başkan Obama yönetimi, bu nedenle güçlü, istikrarlı ve demokratik -AB yolundaki yürüyüşünü de sürdüren- bir Türkiye’nin Amerika’yla yakın işbirliğini öncelikler
gündeminin üst sıralarına koymuş durumda.
Başkan Obama’nın Richard Holbrooke gibi, bir bölümü Başkan
Clinton döneminden gelen kurmayları arasında “Türkiye’nin kazanılması“ görüşünün ağır basması hiç kuşkusuz bu gündem sıralamasında rol oynamıştır.
Şu soru akla takılıyor:
Başkan
Bush döneminde de Amerika açısından Türkiye önemli değil miydi? Önemliydi tabii.
Ancak, Bush döneminde Neo-Con’ların iflah olmaz kibiri ve çılgınlık halleri her şeyin önüne geçmişti. 1
Mart tezkeresi ve ‘çuval rezaleti’yle de Türk-Amerikan ilişkileri dibe vurmuştu.
Belki daha önemlisi, Başkan Bush
Washington’uyla
Ankara’nın bölgeye dönük dış
politika vitesleri farklıydı.
Başkan Bush, Irak’tan sonra İran’a vurmak niyetindeydi. Türkiye’nin İran’la, Suriye’yle,
Hamas’la
diyalog açılımlarından rahatsızdı.
Şimdi durum değişti.
Başkan Obama, Irak’tan çekilmenin planları içinde. (Ayrıca Obama, Bush yönetiminden farklı olarak
Kuzey Irak ve
PKK konusunda Türkiye’nin duyarlıklarına daha yakın duruyor)
Yine Obama İran’a da elini uzattı. Bunun gibi Suriye ve Hamas’la kapıları aralayacağına dair belirtiler artıyor.
Bush döneminde Rusya’yla da bir yerde ‘sertlik’ egemendi. Ankara’nın Rusya’yla ilişkilerini geliştiriyor olması, Washintgon’da kaşların çatılmasına yol açabiliyordu.
Başkan Obama,
Moskova’yla da diyalog ve işbirliği yoluna gitmek istediğini gösteriyor.
Başkan Bush, kendi başına buyruk ve kibirli tutumunu
Avrupa’ya karşı da sürdürmüştü. Obama’yla birlikte bu tek taraflılık da değişiyor.
Küresel krize karşı küresel işbirliği anlayışının Washington’da ağır bastığı, bu çerçevede küresel kapitalizm ile birlikte dünyaya da yeni bir düzen verilmesi konusunda el birliği yapılması ve herkesin aynı teknede bulunduğu gerçeği -G20 zirvesiyle birlikte- Başkan Obama yönetiminde de kabul görüyor.
Bir başka deyişle:
Obama Amerika’sı, Bush Amerika’sından çok daha farklı bir raya oturmaya hazırlanıyor.
Washington’daki bütün bu değişim, genel olarak Türkiye’nin çıkarlarına uygun. Bölgesel ortamın yumuşaması, diyalog kanallarının açılması, Ortadoğu’da, Kafkasya’da çatışma değil uzlaşma anlayışının ön plana çıkması, Türkiye’nin bugüne kadar izlediği politikalara ters düşmüyor.
Uzun lafın kısası:
Ankara ve Washington’da bazı gereksiz toplara son anda yanlış vuruşlar yapılmaz ise Başkan Obama’nın ziyaretinin, Türk-Amerikan ilişkilerinde güzel bir sayfa açacağı söylenebilir.
Son kez belirtmekte yarar var:
Ziyaretin iyi geçmesi, aynı zamanda
Başbakan Erdoğan’ın önündeki ‘istikrar kapısı’nın açılmasına olumlu katkı yapacaktır.
Ama bunun için Başbakan Erdoğan’ın da, dünkü yazımda da belirttiğim gibi,
demokratikleşme ve AB yolunda reformcu adımları yeniden başlatması ve
New York Times’ın dünkü başyazısında işaret edildiği gibi, medya ve
Doğan Grubu örneğinde kendini belli eden “otoriter eğilimleri”nden vazgeçmesi de çok önemli olacaktır.
İyi pazarlar!