Marketing
Türkiye adıyla neşredilen bir
dergi var. Önemli bir dergi. En azından medya ve reklâm sektöründe çalışanların yakından tanıdığı bir yayın. Her sayısında sektöre ışık tutacak dosyalar hazırlanıyor,
röportajlar yapılıyor bu dergide.
1 Ağustos'ta çıkan son sayısında yazılı basının mutlaka önemseyeceği bir röportaja yer verilmiş. The
New York Times'in sanat yönetmeni Nita Klein ve
Boston Globe'un
tasarım direktörü Dan Zedek ile
mülakat yapan dergi, kısa ama ufuk açıcı bir görüşme yapmış;
gazetecilik konusunda merakı olan herkesin bu görüşmeyi mutlaka okuması gerekiyor.
+1T başlıklı programı, bir medya grubunun kendini tanıtması ya da kendi kadrosuna katacak
eleman araması gi«bi görmek fevkalade yanlış olur. Zaten hemen her medya grubunun bu çalışmaya katkısı var. Bu yıl
Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni
Ertuğrul Özkök ve
Sabah Genel Yayın Yönetmeni
Ergun Babahan da açılışa katılarak, gazete tasarımcılığında derinleşmek için başvuruda bulunmuş ve elemeleri aşarak programa katılmaya hak kazanmış gençlere konuşma yaptı.
Program boyunca Ali Acar (
Milliyet),
Salih Memecan (Sabah), Reha Erdoğan (Hürriyet)... gibi isimler birikim ve deneyimlerini paylaştı katılımcılarla.
+1T, medya alanında çalışan herkesi kuşatacak kadar ufku geniş bir program. O yüzden yurtdışından da çok mühim katılımcılar geliyor. Marketing Türkiye Dergisi doğru bir hamle yaparak katılımcı bu iki büyük otoriteye birtakım sorular yöneltmiş. Gerçek manada gazete tasarımı ve haberciliği üzerine sorulan soruların yanında Türk gazeteciliği üzerine de değerlendirme yapmaları istenmiş. Röportaj yapılanlar Zaman'ın konuğu ama bu gerçek, onların tam bağımsız konuşmasını engelleyen bir durum değil.
Sabah gibi, Hürriyet gibi ülkemize mal olmuş gazeteler başta olmak üzere Türk gazeteleri hakkında ciddi tenkitlerde bulunuyor Zedek ve Klein. "Görsel kimlikler oturmamış" diyor, "Türk gazeteleri, sesi çok açılmış radyolara benziyor" diyor, "Grafik ve tasarım bakımından alt seviyedeler" diyor, "Türk gazeteleri okuyucuya çok agresif yaklaşıyor" diyor, "Sıradan bir ülkenin gazetesi gibi görünüyorlar" diyor, "Bazı Türk gazetelerinde
tecavüz haberi ve çıplak kadınla ilgili bir haber yan yana yer alıyor. Bu iki şeyin birbiriyle ne alakası var?" diyor... Daha ne desinler ki!
Zaman ile ilgili övgülerini buraya taşımıyorum. Çünkü maksadım Zaman'ı övmek ya da övdürtmek değil. Önemli olan, Türkiye'deki umumi durumun bir an önce kavranması ve evrensel tasarım çizgisinden çok uzaklaşan Türk gazeteciliğinin artık normal sınırlarına dönmesi. İri puntolar, kargacık burgacık yazılar, birbiri içine girmiş fotoğraflar ve başlıklar, daha şaşaalı göstereyim diye zemine atılan rengârenk boyalar, kısa başlık yüzünden mecburen kullanılan alt başlıklar, üst başlıklar, spotlar, patlaklar, çatlaklar...
"Canım n'olmuş; alt tarafı sayfa tasarımı bu" denemez. Zira, artık tasarım, haberin çok önemli bir parçası. O yüzden de onu yönetmek bir manada doğru haberciliği icra etmek anlamına geliyor. Harf karakterlerinin doğru seçilmesinden, anlaşılması zor konularda info grafik kullanılmasına kadar pek çok detayı var tasarımın. Bu nedenle yapılan işe haber tasarımı (news desing) deniyor. Sayfaların artistik çizimlerle okura sunulması tek başına bir ölçü değil; görsel öğelerin mutlaka haberi bütünlemesi,
desteklemesi gerekiyor. Zaten röportajda ısrarla bunun üzerinde duruluyor ki doğrudur; haberdeki tasarım, haberciliğin önünü açacak önemli bir unsur haline gelmiştir.
Daha üzücü bir tabloyu söyl
emek zorundayım: Uluslararası pek çok önemli etkinliğe katıldım ya da o programları çeşitli vasıtalarla takip ettim ve gördüm ki pek çok toplantıda Türk gazeteleri kötü tasarıma örnek olarak takdim ediliyor. Maalesef benzeşme virüsü Türk gazetelerini aynı çerçevenin içinde boğuyor. Tabii ki şaşaalı ve janjanlı gazeteler bulunabilir her ülkede; ancak "sesi çok açılmış radyolar" gibi yayın yapan gazetelerin kulvarı ve o mecranın zorladığı kimlik bellidir. "Bulvar gazeteleri niçin devasa puntolarla yayın yapıyor?" diye soru yöneltecek adam, gazeteciliği bilmiyor demektir. Gerçek şu ki; her gün kullandığı
manşet puntosu gazetenin logosundan daha büyük olanlar sansasyonel yayıncılık yapıyor demektir. Abartılı yayınların kendine özgü kıymeti ne kadarsa onların da ciddiye alınma oranı o kadar olmalıdır. Bizde ciddi gazetecilik ile sansasyonel yayıncılık iç içe girdiği için derin bir kimlik bunalımı yaşanıyor.
Sadece kâğıda basılı gazete değil konumuz aslında. Mesela, önemli bir gazetenin
internet sitesi de çılgın bir yayın anlayışı ortaya koyamaz. Her duyduğu lafa balıklama atlayan, her meseleyi olduğundan mübalağalı bir şekilde veren; üstelik ha bire tekzip yiyen bir
web sitesi sadece kendine değil, adını taşıdığı gazetenin
marka değerine de zarar verir.
Aslında meseleyi şeklî bir
tartışma gibi algılamamak gerekiyor. Bu ülkenin haber sunuşunda feci yanlışlıklar var; gazetesinde de var, televizyonunda da, internetinde de! Sürekli avaz avaz bağırmaz gazete. Mütemadiyen goygoyculuk yapmaz televizyon. Allah'ın her günü flaş flaş feryat etmez web siteleri. Nasıl farkına varamıyoruz ki bu acûl haliyle medya, kamplaşmayı sürekli körüklüyor, sosyal dokuyu bozuyor, siyasî yapıyı zîr û zeber ediyor.
Daha sakin olunamaz mı? Daha akl-ı selimle hareket edilemez mi? Bal gibi de yapılır ve asıl o zaman gerçek gazetecilik icra edilmiş olunur. Derinlikli bilgiler, kuşatıcı analizler, soğukkanlı yorumlar, aydınlatıcı ve yol gösterici tenkitler, çözüm önerileri sunan makaleler... Çok mu zor böyle bir yol bulmak? Evet;
itiraf etmemiz gerekiyor ki zor! Emek istiyor,
sabır istiyor, tahammül istiyor, araştırmak istiyor, tecrübe istiyor, insana yatırım istiyor...
Bir mesleğin ne kadar doğru yapıldığını anlamak istiyorsanız uluslararası yüksek standartlara bir bakın; ya mahcup olacaksınız veya mesrur.
Gazetecilik açısından pek de mesrur olduğumuz söylenemez. Onca teknolojik üstünlüğümüze ve insan kaynaklarımıza rağmen beş-on gazetemizi yan yana görenler
bıyık altından halimize gülüyor. Ve bu durum herkesi -bu meslekte çalışan herkesi- üzecek seviyededir. Bu nedenle Türk basını bir an önce sembolik savaşların şövalyeliğini bir kenara bırakıp absürt metot ve üsluplardan yakasını kurtarmalı. Dünyaya rezil olduğumuz yetmezmiş gibi; yarınlarda abartıya karnı tok nesillerin istiskaline maruz kalacak medya. İş işten geçmeden dostça gönderilen mesajların doğru algılanması gerekiyor. Zedek'in ve Klein'in yaptığı budur.
Hıncal Uluç'a destek
Hıncal Uluç,
teröristlerce yapılan
Güngören saldırısının akabinde mühim bir tartışma başlattı. Terör saldırılarından sonra ortaya çıkan vahşi tablonun medyada ne kadar yer bulması gerektiğini sorguluyor. Biliyorsunuz, bu konuda iki farklı yaklaşım var: Kimine göre o feci görüntüleri sunmak da haberciliğin bir parçası. Kimine göre ise o görüntüleri aynıyla vermek terör örgütlerinin emellerine aracı olmak manasına gelebiliyor. Uluç'un savunduğu görüş bu ikincisi.
Kanaat-i acizanemce Uluç'un yaklaşımı daha doğru; terör saldırılarında canını kaybeden, kolunu bacağını yitiren insanları gazete ya da televizyon aracılığıyla vermek âdil bir yaklaşım değil. Zaten dünya medyası da böyle yapmıyor;
teröristlerin salmak istediği korkuya yardımcı olmuyor;
halkın sindirilmesine boyun eğmiyor. Tam da bu nedenle onlarca, hatta yüzlerce insanın öldürüldüğü olaylarda bile hayatını kaybeden insanların fotoğrafları ya da görüntüleri kullanılmıyor.
Ülkemizde sıcak haber söz konusu oldu mu akan sular duruyor ve bazen
cinnet sınırları bile zorlanıyor. "Haber atlatma" diye bir yol tutturmuşuz kendimize. "İlk defa biz yayınlıyoruz" derken bazıları kendinden geçiyor. "Flaş, flaş" diye başladı mı bir cümle, insanların yüreği ağzına geliyor... Bu arada olan oluyor ve terörist örgütlerin ekmeğine yağ sürülüyor; halk korku ve paniğe kapılıyor; zanlılar ilan ediliyor ve o ilanın oluşturduğu peşin hükümler yüzünden sosyal barış tehdit altında kalıyor...
Sorumlu gazetecilik, terör gibi kritik konularla
test edildikçe ortaya çıkar. Bu nedenle Hıncal Uluç, gazete genel yayın yönetmenlerine çağrıda bulunarak sıcak haber taşımanın riskini azaltacak ve kamu vicdanını rahatlatacak bir
platform oluşturmayı öneriyor. Yerinde bir
teklif. Gerçi Hıncal Bey, isim zikrederken gazeteleri sınırlandırıyor. Ya terör fotoğraflarını yayınlama konusunda hata yapanların sınırlı olduğunu düşünüyor veya misal olsun diye birkaç ismi gündeme getiriyor. Türkiye gerçeğinin tamamını görmek gerekiyor ki bir yanlışın önü alınabilsin. Her neyse.
Önemli olan, açılan tartışmanın basın tarihimiz kadar sosyal ahengimiz açısından da değer taşıyor olması. Bu nedenle Uluç'un teklifini bütün gazete ve televizyon yöneticilerinin dikkate almasında fayda görüyorum. Toplum psikolojisini altüst eden terör haberlerinin daha duyarlı ve sorumlu yayınlanması için bir platform oluşturulursa destekleyeceğimi de buradan duyurmak isterim. Belki bu bir örnek çalışma olur da insanımızı doğrudan ilgilendiren pek çok konuda sorumluluk paylaşımına dair kültür geliştirilmiş olur. Böyle bir gelişmenin Türkiye'ye katacağı değeri tahayyül etmek bile insana mutluluk veriyor; hem olabildiğince çok sesli hem de sorumluluk söz konusu olduğunda fevkalade kenetlenmiş bir basın ahlakı! Yakışmaz mı bu güzel ülkeye?