Antik Çağ'ın savaşlarında karşı karşıya gelen ordular birbiriyle savaşmak yerine, içlerinden seçtikleri yiğitlerin düellosunun sonucuna göre galibi ve mağlubu belirlermiş...
Bizim siyasetimizde de buna benzer bir durum var sanki.
Medyanın yiğitleri, ilan edilmemiş bir
soğuk savaşın sıcak cephesinde birbiriyle düellolar yapmakta.
Bu tabloyu dışarıdan bir "Ecnebi" olarak izlemek herhalde eğlenceli olsa gerek.
Bazıları
demokrasi ve hukuk, bazıları devlet ve
laiklik, bazıları sivillik, bazıları ise sadece çıkar adına birbirini yok etmeye azmetmiş yiğitlerin düellolarını, siyasi, bürokratik, askeri, demokratik,
yerli ve
yabancı güçler de izlemekte.
Truva
Savaşları'nda buna örnek sahneyi, sinemada da izlemedik mi?
Güzel Helen'i Truva'ya kaçıran
Paris,
kent Teselya ordusu tarafından kuşatılınca, Helen'in kocası Menelaus ile düello yaparak savaşı önlemeyi planlar. Düello sırasında Menelaus Paris'i yenmek ve öldürmek üzereyken, Paris'in kardeşi Hector olaya müdahale eder ve Menelaus'u öldürür.
Sonuç, topyekun savaşın patlaması olur.
İlan edilmemiş savaş
Türk sosyo-politik yaşamının ilan edilmemiş savaşının ön çatışmalarını yapan medya yiğitlerinin, birbirini yok etmesi veya sonsuza kadar susturması pek mümkün değil.
Çünkü çağımızda adına "Demokrasi" denilen Güzel Helen için, yüzyılı aşkın süredir sıcak ve soğuk sayısız savaşlar yaşandı.
Osmanlı'nın son döneminde de, Cumhuriyet'in 20'nci yüzyılında da, gerginliklere, krizlere ve hatta darbelere
tanık olundu.
Türkiye'yi bir "Ecnebi" konumunda izleyen gözlemciler için en ilgi
çekici yanlardan biri, bu savaşların 21'inci yüzyıla da taşınmış olmasıdır.
Demokrasiyi laiklikle kaynaştıramayan, hukukun üstünlüğü ile üstünlerin hukukunu birbirine karıştıran,
halk il
e devleti ayrı saflarda gören, siyasi irade ile milli iradeyi farklı şeylermiş gibi gören bir pratiğin yarattığı krizlerin, kuşaktan kuşağa aktarılması herhalde şaşırtıcı bir durumdur.
En fenası hem tüm
toplum, hem de medya dahil tüm meslekler bu krizlerin arasında kalmaktadır.
Şu anda bir Türk gazetesinde köşe yazan kişi için, bilgiye ulaşmak ve bunu okurlarına aktarmak, dünyadaki gelişmeleri okurundan önce öğrenip yorumlamak öncelikli uğraş konusu değildir.
Kovboylar gibiyiz
Hepimiz her sabah, "Acaba karşıt görüşü temsil eden köşelerde bana ve benim görüşüme saldırı var mı" diye gazeteleri açıyoruz. Köşe yazarları, kendi düşüncelerini açıklamak yerine, rakiplerinin görüşlerini ve kişiliklerini çürütmek için güne başlıyorlar.
Vurduğu kişi sayısınca tabancasının kabzasına çentik atan Vahşi Batı'nın kovboyları gibiyiz hepimiz.
Demokrasiye farklı açılardan
bakan güç blokları ise, meydanda birbirini yıpratan medya yiğitlerini hem seyrediyor, hem de bu karşılıklı yıpratma sürecinden mutluluk duyuyorlar.
Geçenlerde bir Amerikalı diplomatla sohbet ediyorduk. Masadaki biz Türk gazetecilere beklenmedik bir soru yöneltti bu Amerikalı...
- Siz Türkler kendinizi nasıl tanımlarsınız, dedi.
Kimimiz tarihimizden, kimimiz coğrafyamızdan, kimimiz ulusal niteliklerimizden söz ettik.
Anayasa meselesi
Ben bu sorudan hem hoşlanmamıştım, hem de garipsemiştim.
- Siz Amerikalılar kendinizi nasıl tanımlarsınız, diye sordum ona.
Hiç düşünmeden şu cevabı verdi:
- Biz kendimizi Anayasamızla tanımlarız, dedi.
Ona bizim anayasalarımızın kanunlarımızdan daha fazla değiştiğini ve hala temel anayasal kavramlar üzerinde bir uzlaşmaya varılamadığını anlatmanın uzun süreceğini düşünerek sustum.
Örneğin son Anayasamızın 153'üncü maddesinde "
Anayasa Mahkemesi'nin kararları kesindir. İptal kararları gerekçesi yazılmadan açıklanamaz" hükmü vardır.
Anayasaya Anayasa Mahkemesi bile uymazken, 70 milyon Türk'ün "Biz kendimizi Anayasamızla tanımlarız" demesi ne kadar mümkündü ki?
Evet... Dilerim, medya yiğitlerinin düelloları sonunda arkada bekleyen güçler topyekun bir savaşa girişmez.