Turgut
Özal’ın ölümünden bu yana 15 yıl geçmiş. Zaman çok çabuk akıp gidiyor. Akıp giderken de insanda bazı köşeleri törpülüyor, yuvarlıyor, yumuşatıyor.
Bir başka deyişle:
Zaman, insana şöyle ya da böyle bir değişimi yaşatıyor. Zaman tünelinde kendini gözlüyorsun. Yaptıklarını, yazdıklarını eleştirel bir süzgeçten geçiriyorsun. Bu belki de olgunlaşma süreci denen şey...
Özal Hikâyesi adını taşıyan kitabımı 1989’da yazmıştım ve Özal daha henüz Cumhurbaşkanı olmamıştı.
Bu yazımı yazmadan önce kitabımın sayfaları arasında dolaşırken Özal’ı bir kez daha düşündüm. Kitabı bugün yazsaydım, nereleri daha farklı olurdu sorusu tabii aklımdan geçti.
Ona haksızlık ettiğim yerler...
Eksik bıraktıklarım...
Hiç değinmediklerim...
Yanlış değerlendirmeler...
Ve bugün de doğru dediklerim...
Örneğin,
pazar ekonomisi reformlarıyla Türk ekonomisinin dışa açılması konusunda Özal’a hak ettiği yeri kitabımda tam olarak teslim ettiğimi bugün söyleyemiyorum.
Ancak, Özal’ın ekonomide yapısal değişimler konusunda,
Demirel’le siyasal mücadele uğruna frene bastığını, özelleştirmeler dahil birçok alanda gerekenleri yapmadığını yazmışım ki, bugün de farklı düşünmüyorum.
Özal’ın ekonomideki bu yanlışı, ekonominin kamburlarını 1990’lı yıllara da ağırlaştırarak taşıdı.
Kitapta, Özal’ın ‘önce ekonomi’ inadının bazı haklı yanlarını es geçmişim. Fakat Özal’ın önce ekonomi derken,
demokratikleşme konusunda ipe un serdiğini, basınla nasıl kapıştığını, basını nasıl abluka altına almaya çalıştığını da gayet iyi anlatmışım.
Demokrasi ve asker çerçevesinde
demokrasiyle uyumlu düşünceleri vardı Özal’ın.
Askerin seçilmiş
sivil otoriteye tabi olması gerektiğine inanırdı. Bu açıdan önemli duruşlar da sergilemişti ama bir yere kadar...
Şurası bir gerçek:
Demokrasi açısından Özal da çok fazla bir şey yapamadı, asker-sivil bürokrasinin egemenliği konusunda...
Bu arada hukuk, anayasa gibi konuları Özal’ın pek öyle fazla sallamadığını kitabımda yazarken kendisine haksızlık ettiğimi sanmıyorum.
Ama bir noktayı belirtmek isterim. Özal’ın, anayasanın arkasından dolanarak da olsa,
Türkiye’de çok gecikmiş olan ‘özel televizyon çağı’nı açmasını onun artı hanesine kaydetmişim.
Özal Hikâyesi kitabımın bir eksiği Özal ve
Kürt sorunu boyutudur, (Bu eksiği,
Kürtler kitabıyla telafi ettiğimi sanıyorum). Ancak bu benim yaptığım bilinçli bir tercihti. Çünkü Özal’ın
Kürt sorunuyla gerçekten haşır neşir olmaya başlaması, 1989 yılı sonuna doğru
Çankaya’ya çıkmasıyla birlikte başladı.
Güneydoğu ve Kürt sorununa bakış açısını zamanla iyiye doğru geliştirdi. Sorunu ve çözüm yollarını öğrenmeye başladı. Çözüm konusunda doğru işler yapabileceğini gösterdi, bunu birçok yolla Kürtlere de hissettirdi. Bu nedenle de, öteki Türk
siyasetçilerine göre Kürtlerin kalbinde çok daha özel bir yeri oldu.
Ama Kürt meselesiyle ilgili yaptıklarına gelince, çok sınırlı kaldı Özal’ın. Ayrıca, “Sansür ve Sürgün Kararnamesi” gibi Kürtlere hayatı zehreden adımların önünü de açtı 1990’ların hemen başında...
1991 yılı sonu olmalı.
Cumhuriyet gazetesinin Genel Yayın Müdürü’ydüm.
DYP lideri Demirel seçimleri kazanmış,
İnönü’nün SHP’siyle
koalisyon kurmuş,
Diyarbakır’a giderek ‘Kürt realitesi’ni tanımaktan söz etmişti. Demirel’in kısa sürede unutacağı bu sözü, Türkiye siyasetinde o zaman bir heyecan dalgası yaratmıştı.
Ankara’daki
İngiliz Büyükelçisi Daunt’la o günlerde sohbet ediyorduk.
Bana sormuştu:
“Demirel Kürt realitesinden söz etti. İyi güzel de, acaba Demirel Kürt meselesini kendi yüreğinde hissediyor mu?”
Duraksadığımı görünce devam etmişti:
“Bence asıl Özal’dır, Kürt meselesini yüreğinde gerçekten hisseden...”
Yürek meselesini geçiyorum.
Ama şu rahatça söylenebilir:
Demirel’in Kürt sorunu karşısındaki duruşu tipik bir ‘Türk milliyetçisi’ duruşudur. Özal ise bu soruna çok daha geniş ve isabetli bir perspektiften bakmıştır.
Özal vizyon sahibi idi.
Gerek siyaset ve ekonominin temel konularında, gerekse Türkiye’nin önünü tıkayan
Kıbrıs ve Kürt sorunu gibi alanlarda, dış politikanın ana doğrultusunda neyin nasıl yapılacağına ilişkin bir fikri vardı.
1987’deki AB’ye tam üyelik başvurusu bu çerçeve içinde sayılabilirdi.
Ancak, Özal fikirlerinin büyük kısmını uygulamaya sokamadı. Buna karşılık fikirlerini, bir kısmı kapalı kapılar arkasında olmak üzere her zaman heyecanla savundu ve çevresini de heyecanlandırmayı bildi.
Kısacası bir ‘lider’di Özal. Eksileri, eleştirilecek birçok yanı elbette vardı. Ama ‘çağın ruhu’nu kavramıştı.
Amerika’nın eski Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz’le bir gün
Turgut Özal’ı konuşurken şöyle dediğini daha önce de yazmıştım:
“Demirel
iktidarı kendisi için, Özal ise bir şeyler yapmak için isterdi iktidarı...”
İyi pazarlar!
——————-
367 VAKASI VE AÇIKLAMA
Dünkü yazımda dipnot olarak,
Anayasa Mahkemesi’nin eski Başkanı Tülay Tuğcu’nun ‘367 Vakası’ ile ilgili olarak askeriyeyle kendisi arasında herhangi bir ilişkinin kurulmadığına dair açıklaması vardı. Aynı gün bu konudaki bir açıklamayı da, eski
Deniz Kuvvetleri Komutanı
emekli Oramiral Yener Karahanoğlu yaparak iddiaları yalanlamış. Bu arada,
Anayasa Mahkemesi’nin Deniz Kuvvetleri kökenli bir üyesiyle (
Serdar Özgüldür) görüştüğünü Ankara Temsilcimiz
Fikret Bila’ya söylemiş, ancak bu görüşmelerinin şahsi nitelik taşıdığını, davalarla herhangi bir ilgisi olmadığını belirtmiş...
Açıklamalar şimdilik böyle.
Bekleyip göreceğiz, çünkü yalnız bu açıklamalarla ‘vaka’nın kapanabileceğini sanmıyorum. H.C.