Hatırlayalım. Süleyman
Demirel altı kere gidip yedi kere geri gelmekle maruftur. İktidardan gidiş sebepleri arasında
muhtıra ve
darbe vardı; darbe ardından
siyaset yasağını da getirmişti. Yasağın kaldırılmasının ardından tekrar dönüp, siyasi kariyerini cumhurbaşkanlığı nimetine nail olduktan sonra noktalamıştı Demirel.
Köşk hayatı, baş
bakanlık dönemlerinin aksine siyasete müdahale edenlerin âkil adamı yapmıştı Süleyman Bey'i. Hatta 28
Şubat sürecinin elektrikli günlerinde çağdaşlık gösterisi olarak bir senfoninin ardından ellerini iki yana açarak "İşte çağdaş
Türkiye bu" demişti Sayın Demirel, İslamköy geçmişini unutarak.
Sular durulduktan sonra, diğer 28 Şubatçılar gibi o da bazı açıklamalar yapmak zorunda hissetti kendisini. Her zaman olduğu gibi
Yavuz Donat'a konuştu. Demokrasi kalesinin Menderes'ten sonraki mümessili olarak, darbelerle karşı karşıya kaldıktan sonra siyasete müdahale edenlere
orkestra şefliği yapmanın sebeplerini uzun uzun anlatmaya çalıştı.
Donat'ın çektiği fotoğraflarda üst üste dizilmiş
mavi klasörler ve o klasörlerin içinde Türkiye'nin kötüye gidişini ispatlayan
gazete kupürleri vardı,
delil yerine... Demirel o tür haberlere hiçbir zaman konu olmamışçasına davranıyordu. Türkiye gerçeklerini bilmeyenler için son derece normal gibi... Gazeteciler görevini yapmış, gidişatı iyi yakalayarak
belgelemişti. Zaten olması gereken de bu değil miydi? Ne yazık ki, öyle değildi.
O dönemde koparılan kıyametler MGK toplantılarından önce uç verir, toplantı boyunca gazetecilerin heyecanlı bekleyişleri an be an ekranlara yansıtılırdı. Toplantının uzunluğuna göre daha görüşme sonuçları açıklanmadan, toplantıya tekaddüm eden günlerde medyaya yansıtılan konular üzerinden yapılan yorumlar ağırlaşmaya, gerginliği tırmandırıcı üsluplara bürünmeye başlardı.
Yani tam bir
psikolojik harekât yürütülürdü. Önce malzeme medyaya gider, sonra oradan toplanarak MGK gündemine gelir ve toplantı sonunda heyecanla bekleşen gazeteciler marifetiyle bir kere daha gündemi etkilemek üzere yayına konulurdu.
Demirel belge olarak işte bunları koymuştu ortaya.
Ne denir? Geçen geçti. Şimdi bu güne ve geleceğe bakma zamanı.
İktidardaki partiyi
kapatma davasıyla herkesi bağlayan bir durum oluştu. İnsanlar tedirgin; "Şimdi ne olacak?" sorusuna
cevap arıyor.
Kısa yoldan, "Bu
iktidarın çözmesi gereken bir problem" denilebilir belki ama hükümeti yargıyla baş başa bırakan bu yaklaşım ne kadar doğru olur?
Krizin bir tarafında
Baykal var. Siyasi kıdemi Demirel'den aşağı değil... Politikayı bırakıp gittiği halde ısrarla CHP'nin başına geçmesi istenecek kadar değerli bir insan, partililer için.
Her ne kadar "Bizans'ın çocukları" teşbihini yakıştırsa da diğer tarafta kıdemli bir politikacı ve Milli Görüş çizgisinin temsilcisi olarak
Erbakan var. Onun darbelere ilave olarak bir de Demirel'i karşısında bularak yaşadığı 28 Şubat sürecinden kazanılmış eşsiz bir tecrübesi var. Devr-i iktidarında şaha kalkan "
Anadolu kaplanları"nın post
modern müdahale ve "havada
yakıt ikmaline" izin vermeyen karşı tecrübenin etkisiyle düştüğü durum, vicdanında derin izler bırakmış olmalı. Aynı kıdeme sahip olmasalar bile siyasetçi olmanın cilvelerine acı acı mazhar olmuş
Tansu Çiller ve
Mesut Yılmaz var...
Bu gün yeni bir
kriz yaşamak istemeyen, aşına, işine ve evladının istikbaline bakan insanlar ismini zikrettiğimiz beş lidere de oy verdi. Şimdi aynı insanlar siyasetçi olarak yaşadıklarından çıkardıkları dersi, devlet krizine yönelme sinyali veren bu kritik dönemeçte kullanmayacaksa o tecrübe ne işe yarayacak?
Milletin seçtikleri tarafından yönetilebilen bir
ülke olma yolunda mesafe alabilmek için gayret etmek yerine parlamentonun alanını daraltmak isteyenler lehine ağırlıklarını koyarlarsa tarih onlardan nasıl bahsedecek?
Milletten oy alanların vicdanında millete karşı ödemesi gereken borcun sızısı yok mudur?