Kapatma davası
Anayasa Mahkemesi'nde olan
AK Parti ile yargı arasında süren gerilimin gerisinde AB üyelik süreci olduğunu, her ne kadar çatışma "AK Parti ile
iktidar seçkinleri" arasında görünüyorsa da, asıl gerilimin "AB ile idari-bürokratik merkez" arasında sürdüğünü yazmıştım.
Tabii ki bu olayda AK Parti önemli rol oynamaktadır. Çünkü neredeyse gerilimin zeminini ve sembollerin anlam düzeyini kendisi temsil etmektedir. Ne olup bittiğine değer hükmü koymadan bakmaya çalışalım:
Geçen hafta
Türkiye'yi ziyaret eden
Avusturya Cumhurbaşkanı
Heinz Fischer, gayet anlaşılır bir dille AK Parti'ye kuvvetli bir
destek verdi. Neredeyse rastladığı herkese, şaşkınlığını gizleme lüzumunu hissetmeden, "Türkiye'de nasıl oluyor da AK Parti gibi bir partinin kapatılmakla karşı karşıya kalabileceğini" sordu. Yine net bir biçimde kendilerinin Haider'in 'ırkçı partisi'ni dahi
kapatma yoluna gitmediklerini söyledi ki, bunu özellikle vurgulaması önemliydi. Çünkü bizdeki yasakçılar, hem RP hem AK Parti'nin kapatılması söz konusu olduğunda, hiç ilgisi olmadığı, başka bir deyişle illiyet benzerliği bulunmadığı halde bu partileri
Avrupa'nın ırkçı partileriyle aynı kefeye koymaya çalışmaktadırlar.
Heinz Fischer'den önce
İngiltere Kraliçesi Elizabeth'in ziyareti çok daha anlamlıydı. Sürüp giden gerilimde AK Parti'yi
kapatma davası "
laiklik aleyhtarı faaliyetlerin odağı" ve bunun da öne sürülen kanıtı "başörtüsü" iken, Kraliçe hem Cumhurbaşkanı ve hem Başbakan'ın başörtülü eşleriyle yemek yedi, protokole katıldı, fotoğraflar çektirdi. Ve belki orta gelecekte herkesin çok konuşacağı "yeni
Osmanlı haritası"nın küresel yeni projeler çerçevesindeki sembolik anlamıyla ilgili Bursa'ya gitti, camide başını örtüp Kur'an-ı Kerim dinledi, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'e içinden 'haç' çıkarılmış nişan taktı.
Avrupa, dünyaya kendi
ihraç ettiği 'laiklik'ten tabii ki vazgeçmiş değil, ancak gelecek için esaslı partner olarak düşündüğü ve bu gerekçelerle üyelik sürecini kabul ettiği Türkiye'deki laikliğin "demokratik" olmadığını söylüyor. Olli Rehn'e göre, gerilim "demokratik laiklik"in kabulüyle sona erebilir ancak. AB'ye göre AK Parti, laiklik için herhangi bir 'tehdit' oluşturmuyor. Bu durumda laikçilerin cumhuriyete ve laikliğe
demokrasi aşısının yapılmasına rıza göstermelerinden başka seçenek yoktur. Çünkü AB, ne dindarların ne laikçilerin kara kaşına kara gözüne âşık. O, son tahlilde Türkiye'yi küresel yeni süreçte aktif bir
bölge ülkesi yapabilecek dinamizm ve enerjiye sahip dindarların bu projede oynayabilecekleri rolün değerine bakıyor. Batıcı görünseler bile, artık modernlikleri ve çağdaşlıkları beden açıklığından ve "ben gittiğim herhangi bir
Anadolu şehrinde neden girdiğim her restoranda rakı bulamıyorum"dan ibaret kalmış laikçiler onun ilgi alanı dışında bulunuyorlar. AB, kendi hayat alanlarının devamı için Türkiye'nin köklü reformlardan geçmesini istiyor. Biraz abartı gibi gelecek ama, Türkiye, bölgeye nazım rol oynayan pozisyonda girmeyi kabullenmedikçe, küresel
kriz aşılamaz ve küresel krizin devam ettiği her gün Batı'nın üstünlüğünün sonunu getirmektedir. (Küçük bir örnek, İran'ın bölgedeki kolunu kanadını kıracak; Hizbullah'ın ve Hamas'ın
İsrail üzerindeki bunaltıcı baskısına son verecek olan Suriye'nin
kamp değiştirip Anglosakson-İsrail İttifakı tarafına geçmesidir ki, bunu Türkiye'den başka kim başarabilir!)
İç dengeler açısından AK Parti gibi bir partinin, Avrupa'nın ve genelde Batı'nın desteğini kazanmış olması, Meşrutiyet'ten bu yana ilericilik, çağdaşlık, Batıcılık, Avrupalılaşma gibi kimliklerle tanınmış merkezi zümreleri adeta çileden çıkarıyor. AK Parti ve ona destek veren toplumsal kesimler "gerici ve mürteci" olmaları gerekirken, reform ve demokrasiyi savunuyor; kartvizitlerine Batıcılık, çağdaşlık yazan zümreler ise 1950 öncesi tekparti arayışı içinde her yeniliğe ve reform teşebbüsüne karşı çıkıyorlar. Bu, söz konusu zümrelerin Avrupa'dan/Batı'dan uzaklaşmalarına da trajik bir biçimde yol açıyor.