International Herald Tribune,
Gülen'in "Modern dünyada kendini evinde hisseden
Müslümanlara ilham verdiğini" söylüyordu.
Erzurum'da geçen çocukluk ve ilk
gençlik yıllarından İzmir'deki çalışmalarına; daha sonra
Türkiye sınırlarını aşan gayretlerine kadar pek çok açıdan değerlendirme yapıyor ve "seküler devleti yıkma gayesinin bulunmadığı" tespitinin altını çiziyor
makale. 18 Ocak'ta yayınlanan yazı, dünyaca ünlü
Forbes dergisine de kaynak teşkil etti.
30 Ocak'taki The
Economist'te önemli bir
analiz yer alıyordu. "Türkiye,
Kürtler ve
İslam: Dinî Bir Uyanış" başlığıyla sunulan makalede "
Kürt sorunu" üzerinde duruluyor ve güncel yorumlar yapılıyor. Güneydoğu'daki oyların AK Parti'ye kayış sebepleri irdeleniyor. Bu arada "Kendi kararı ile adeta bir
sürgün hayatı yaşayan liberal bir Müslüman din adamı" olan
Fethullah Gülen'den bahsediyor
The Economist. Dergi, Kurban Bayramı'nda 60 bin aileye
kurban eti dağıtıldığını, bölgeye Gülen'i seven çok sayıda doktorun gittiğini ve bedava sağlık taraması yaptığını, "
Kürtler-Türkler kardeştir" mesajının verildiğini anlatıyor.
Yurtdışında art arda neşrolunan makaleler, bir ilginin, bir merakın, bir anlama gayretinin sonucu. Doğru tespitler de var, yanlış izlenimler de; belki de bu hep olacak. Ancak her geçen gün biraz daha gösteriyor ki
Fethullah Gülen'e duyulan ilgi artacak ve anlama gayreti çok sayıda yazıya, kitaba, araştırmaya vesile olacak. Daha şimdiden rahatlıkla ifade edebiliriz ki Fethullah Gülen üzerine araştırma yapmak isteyenler,
küçük bir literatür taraması sonucunda çok sayıda makaleye ve kitaba ulaşılabiliyor. John Esposito, Hakan
Yavuz, Akbar
Ahmed, Zeki Sarıtoprak, Thomas Michael, Osman Bakar,
İhsan Yılmaz, Elisabeth Özdalga, Ali
Ünal, Graham Fuller,
Sidney Griffith ve daha birçok önemli isim bu konuda çalışmalara
imza attı.
Yakın tarihte de iki önemli kitap neşredildi. Biri Jill Carroll tarafından kaleme alınmış "A Dialogue of Civilizations" adlı kitap. Diğeri Ali Bulaç'ın kapsamlı ve derin muhtevalı eseri: "Din, Kent ve
Cemaat / Fethullah Gülen Örneği". Carroll,
felsefe tarihinde önemli yere sahip beş filozofla Fethullah Gülen'i kesişen kümelerle konuşturmaya çalışmış. Mesela Kant'ın ahlâk metafiziği ile Gülen'in ahlâk anlayışını, Stuart Mill'in
özgürlük kavramına bakışı ile Gülen'in aynı konudaki yaklaşımını metin mukayesesine de dayanan bir yöntemle gözler önüne sermiş. Gülen'in bir filozof olmadığı, İslam kaynaklı marifet haritasına yeni ve güncel yorumlar getirdiği aşikar; ancak
modern düşünce tarihinin önem verdiği kişilerle temel bazı konuları daha anlamlı kılmak için pencereler açılması da önemli. Bu açıdan bakıldığında kitap heyecan verici...
Bulaç, cemaat kavramını; bu vesileyle cemiyet gerçeğini ve bu sosyal gerçekleri kuşatan
kent, şehir, kültür, gelenek, modernite gibi önemli unsurları masaya yatırıyor. İşin doğrusu, mutlaka okunması gereken bir kitap çıkmış ortaya. Zaman zaman ezber bozuyor Ali Bey, zaman zaman da şu ana kadar ifade edilmemiş sosyal tahlillere başvuruyor; sorguluyor, neticeler çıkarıyor. Belli bir mantık silsilesi içinde kentleşme ve
toplum üzerinde duran kitabı ilginç hale getiren önemli bir unsur da Fethullah Gülen
Hocaefendi ile ilgili kısımlar. Vakıa,
Kitap Zamanı'na Bulaç'ın kitabı ile ilgili derinlikli bir analiz yazan ve aynı zamanda bu alandaki ilk kapsamlı eserin sahibi Enes
Ergene (
Gülen Hareketinin Analizi: Geleneğin Modern Çağa Tanıklığı) "Gülen hareketiyle ilgili bölümler kitaba sonradan monte edilmiş gibi duruyor." diyor. El hak öyle bir görüntü söz konusu; ancak yazar "Gülen Hareketi"nden hiç bahsetmese bile, kitabın bu noktayı hatıra getirmesi kaçınılmaz görünüyor. Çünkü eserin teorik örgüsü somut misaller istiyor. Kentleşme ve göçlerle başlayan sosyal değişim ve dönüşümlerin analizleri sırasında sosyal hareketlerin, en azından; çağrışımlarla gündeme geleceği aşikâr. Başka bir deyişle, göç dalgalarıyla daha belirgin hale gelen ve ulus devlet tasarımıyla şekillendirilen toplumun yeni bağ arayışlarının kitapta hiç yer almaması, önemli bir eksikliğe neden olacak; belki de ilgili ve bilgili kişilerce o boşluk tasavvurlar yoluyla doldurulacaktı. Sonradan eklenme hissi, sosyal analizlerin cemaat kavramıyla kesiştiği noktalardan çok, hemen herkesin kolayca ulaşabileceği biyografik detayların sunumu sırasında ortaya çıkıyor. Sanırım bu da boşuna başvurulmuş bir metot değil. Konuya
yabancı sayılabilecek okurun da kitabı ve kitap içindeki paralelliği anlayabilmesi için böyle bir yola başvurulmuş...
Sosyal bir gerçeklik göz ardı ediliyor...
Her neyse. Ortada önemli bir kitap var. Bu eser, Fethullah Gülen gerçeğini daha yakından anlama imkânı sunuyor. Bu çok önemli. Aklı siyasete kilitlenmiş ve her meseleyi meşum bir
iktidar kavgasına "Power Game" odaklamış insanlara yeni bir kapı aralıyor Bulaç. Meselenin bam teli de budur! Gülen'i, ya da sosyal hareketlerdeki pek çok gönül öncüsünü, sadece siyasî analizlerle anlamaya çalışmak, maksadın ters istikametine doğru yürümek demektir; ki hedeflenen noktaya ancak tersinden yapılacak uzun bir seyr-ü sefer ile varmak mümkündür ve maalesef o yürüyüşe çok insanın ne ömrü
vefa eder, ne odaklanma gücü.
Türk aydınının, belki bürokrasisinin, kadim bir yanılgısı, sosyal bir gerçeği sürekli göz ardı etmesi, onu ötelemesi, kendi kontrolü dışında bulduğu her türlü oluşumdan ürkmesi; hatta bilgi eksikliğinden kaynaklanan bir endişe ile o gelişmeye karşı çıkmasıdır. Bu nedenle entelijansiyamızın vaktiyle farkına varamadığı gerçeklerin diyetini sadece belli bir zümre ödemedi. Kimi zaman tarihî fırsatlar kaçırıldı; kimi zaman da idealist bazı düşünceler daha doğmadan idama mahkûm edildi.
Aslında dürüst bir aydın için her yürekli adım, anlama gayretiyle başlar. Önyargılar bir kenara itildiğinde, "bir de şöyle düşünsek" dendiğinde, yeni bir keşfe hazırdır insan. Böyle bir yaklaşımı ortaya koymadan da hayat devam ediyor; bunda şüphe yok. Ancak sosyal bir oluşumun ortaya çıkardığı pozitif enerji, herkesin yakından ilgisini çekiyorsa ve
ülke sınırlarını aşan bu ilmî merak yeni açılımlar
vaat ediyorsa, aydınların kulağı üzerine yatması bir çeşit talihsizlik sayılabilir. Hiç kimse, hiç kimseye "gelin tabi olun" demiyor; diyemez de. Ancak "gelin bu
gelişim ve oluşumu doğru anlayalım" demek zarureti vardır. Zira, kendi topraklarımızda neşet etmiş sosyal bir oluşumu, "içeriden anlamak" gibi daha mantıklı, daha makul bir yol varken, onun dışarıdan keşfedilmesini beklemek, en azından, büyük bir vebaldir. Çünkü "dışarıdan bakış" yakından bilmemenin getirdiği tabii hatalarına
boyun eğebilir bazen. Ayrıca, dışarıdan yapılan doğru analiz sonunda içerideki nazar tarihî bir fırsatı değerlendirememenin hicabını yaşamakla karşı karşıya kalabilir. Bu acı durum ilk defa yaşanmadığı için "biz insanların kadr-ü kıymetini
vefat edince mi anlarız" serzenişi fikir tarihimizde sıkça dile getirilmiş; yaşanan derin inkisar ve infiali içimize gömmek zorunda kalmışızdır.
Anlama gayreti! Evet, aynen böyle! İhtiyaç duyulan tek şey iyi niyetle ortaya konacak anlama çabası. Ne "gelin alkışlayın" davetidir bu; ne de "cehenneme kadar yolunuz var" sitemi. Ortada, göz ardı edilemeyecek kadar önemli bir sosyal gerçek var; önyargılardan arınıp bunu anlamak için gayret sarf edilmeyecekse bugüne kadar yapılan yanlışlar katlanarak devam edecek demektir...
Hocaefendi'nin anlaşılmasında çekilen güçlüğün bir nedeni cemaat kavramı. Maalesef bu kelimeye yüklenen anlam, bir yandan dışa kapalı ve dünyadan izole olmuş topluluğu çağrıştırıyor, diğer yandan da sanki illegal bir örgütlenmeden bahsediliyor gibi kullanılıyor. İkisi de yanlı. Ali Bulaç'ın da kitabında şerh ettiği gibi bazı sosyologların fütüristik kehaneti tutmadı. Modern toplumlarda cemaatleşmenin son bulacağı, toplumdaki birlik ve
dayanışma kesitlerinin yeni değerler ve kümeler oluşturacağı varsayılıyordu. Oysa kalabalıklaştıkça yalnızlaştı insanoğlu. Eski çağlarda olduğu gibi kan ve aşiret bağı yoktu ortada; ancak bir kısım değerler ve kimlikler için ortak bir hedefe kilitlenmek mümkündü. İşte tam bu noktada modernitenin belli bir oranda kutsadığı birey, bireysellik, bireysel özgürlük kavramları çıkıyor ve bunların "cemaat" içinde yok olup gideceği farz ediliyordu.
Aslında toplum yapımızın geleneksel akışını bilenler için durum hiç de öyle değildi. Müntesiplerini "üç kişiyseniz biriniz imam olacak" diye örgütleyen ve cemaat olmaya büyük anlam yükleyen kültürel altyapımız, Batı toplumlarındaki cemaat anlamından çok farklı bir gerçeği işaretliyor. İslam kültüründe ruhbanlık sınıfı olmadığı gibi, bireyi ezip geçen bir cemaat yapısı da olamazdı. Her bir ferdin bizzat
Allah ile irtibat kurduğu ve tek başına O'na yönelebildiği, aracısız-vasıtasız Allah irti
batından bahsedildiği bir dinde, o dinin mensubu kendi muhasebe ve murakabesini tamamıyla bir başkasına nasıl devredebilirdi ki!
Bu konuya yarın devam edeceğiz...