NİŞANTAŞI ÇOCUKLARI

O caddeler üzerinde mağazalar, lokantalar, kahvehaneler, sinemalar falan bulunacaktır ve o kaldırımlarda yürünecektir.


Şehir demek, cadde demektir. O caddeler üzerinde mağazalar, lokantalar, kahvehaneler, sinemalar falan bulunacaktır ve o kaldırımlarda yürünecektir. Yani, gidip de “alışveriş merkezine” tıkılınmayacaktır, bu tür yerler genellikle uzakta, şehir dişında olurlar, arabayla gidilir, birşeyler yüklenip gelinir. Gitmişken birşeyler de yenir, aç kalmamak için, o kadar. Ikea’nın köftesi, falan. Alışveriş merkezinin sınırlı “kulvarlarında” dolanmaya yürüyüş denmez. Gezinti, hiç denmez. Son yıllarda kuytu gecekondu vadilerine kurulan fiyakalı merkezlerde iliklere işleyen kuru ayazı yemeye ne denir, onu bilmem. Enayilik dense gerektir... Lafı şuraya getireceğim: 1964, 1965, 1966, 1967 yıllarını yaşadığım Nişantaşı’na uzun bir süre, çok uzun bir süre uğramadım. 1981, 1982, 1983 yıllarını da oralarda yaşadım. Sonra pek yolum düşmedi o taraflara. Bir dönem, o zamanlar “Teşvikiye Yokuşu” dediğimiz Hüsrev Gerede Caddesi’nde oturduğum oldu, bir dönem Topağacı’nda. Sonra ayağımı kestim. İki yıl önce gördüm ve tanıyamadım: İnsan ve otomobil sayısı inanılmaz ölçüde artmış, eski dinginliğin yerini yorucu bir karmaşa almıştı. Eskiden de daracık olan kaldırımlarda, bırakın gezinmeyi, kimseye çarpmadan doğruca yoluna gitmek bile mümkün değildi. Otomobillerin arasından geçit bulmaya çalışmak, çekirgelik etmeyi, zıp zıp zıplamayı gerektiriyordu. Çevre, zengin ve çirkindi. Evet, artık kalorifer dumanı yoktu ama egzost dumanı vardı. Bu keşmekeşi de “lüks” sanan, “çağdaş” sanan birsürü budala var. Basında da oralarda tepişen bir “kıloğlanlar grubu” türedi ve Nişantaşı efsanesi, bunların yalak yazılarıyla da köpürtülüyor. Eskiden çulsuz gezip de cebi yeni para görenler, Nişantaşı’na “takılmayı” sınıf değiştirmenin olmazsa olmaz koşulu gibi algılıyorlar. Dapdaracık ve delik deşik kaldırımlarda itiş kakış yürümeye çalıştıklarında, kendilerini bir “Paris bulvarında” falan sanıyorlar. Tek karış boş yer bırakmamış arabaların arasından hoplaya zıplaya geçmeye çalıştıkları zaman da memleketin kalkındığını düşünüp seviniyorlar. Bangır bangır “rock” müziği eşliğinde, sürekli cep telefonuyla konuşan ve burjuva olduğunu sanan zengin veletlerinin kulak tırmalayıcı şamataları içinde, yemek mi dayak mı yedikleri belli olmadan birşeyler tıkınıp çuvalla para ödedikleri zaman da “çağdaş sırasına” girdiklerini... Elbette herkes istediği eziyeti çekmekte özgürdür. Sıkıntıdan hoşlanan sapık, bu tutkusunu yaşayabilmelidir. Karışamayız. Fakat okuyucu küfür ediyor, bir kere onu bilsinler. İkincisi de, Türkiye’yi Nişantaşı sanıp boş düşlere kapılmasınlar ve sonra da “bizim parti seçimi niçin kazanamadı” sorusuna “halk cahil, kandırılmış, oyunu bir çuval kömüre satıyor, bunlar adam olmaz” gibi yanıtlar ve bahaneler aramaktan vazgeçsinler. Yok efendim, burada ne “nostalji” yapıyorum, ne de “garibanizm”... Ömür Pastanesi’nde dondurma yiyip uzaktan da “semtin bomba kızı” Arzu Okay’ı kestiğimiz günler, “Dilberler’in köşesinde” buluşup Konak Sineması’na gittiğimiz günler geri gelmezler. Üçgen Kitabevi’nden De Yayınları’nı, rahmetli Nejat Yalkı’dan beş yüz yirmi beş kuruşa Penguin yayınlarını aldığımız, rahmetli Hadi Bey ile oğlunun, sınıf arkadaşım Muzaffer’in dükkânında, Akademi Kitabevi’nde “kaynattığımız” günler de geri gelmezler. Yok efendim, ben Nişantaşı’nın “köşklü konaklı” devrini de bilmem, yaşım tutmaz, Damat Ferit Paşa nerede otururdu, anlamam. Cebi paraya kavuşunca burjuvalığa terfi ettiğini sananlara ve onlardan sebeplenen gazeteci takımına bir tek şey söyleyeceğim. Pardon, üç. Sizin üç yüz yeni lira ödediğiniz Beaujolais Villages şarabı, Paris bakkallarında beş, bilemedin on avroya satılır, bu bir. O etiketteki Villages kelimesi “bu şarabın kelek cinsi” anlamına gelir, yani şatoların bağlarında falan değil, köylülerin kendi arazi parçalarında ürettikleri “ikinci sınıf Beaujolais” demektir, hani odun ateşine karşılık elektrikli fırında pişirilmiş “rüstik pizza” ya da “tepsi pizzası” gibilerden, bu iki. Beaujolais şarabı yemekte içilmez! Fındık fıstıkla, peynirle falan, eh... Üstelik tazesi makbuldur, “primeur” olacak, hem eskisini hem de yemekle içene, hem de kendini kazıklatana kıro derler, bu da üç olsun.
<< Önceki Haber NİŞANTAŞI ÇOCUKLARI Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER