Köklerini Türkiye'nin kendine özgü İslamcı akımından, yani Milli Görüş Hareketi'nden alan, ama kendi tanımıyla "Muhafazakar Demokrat" Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) gerek Türk siyasi hayatı, gerekse dünya
siyaseti bakımından büyük bir anlam ve önem taşıdığı muhakkak.
Beş yıllık iktidarından sonra bile AKP'nin ne olup ne olmadığı konusunda, gerek Türkiye'de, gerekse Batı'da zihinler açıklığa kavuşmuş değil. Oysa anlamak isteyenlere yol gösterecek siyaset bilimi literatürü giderek zenginleşiyor.
Bu bağlamda zikredilmesi gereken kaynakların ilki Utah Üniversitesi'nden Doç. Dr. Hakan Yavuz'un derlediği "The Emergence of a New
Turkey: Democracy and the
AK Parti / Yeni Türkiye'nin Doğuşu: Demokrasi ve AK Parti" (University of Utah Press, 2006) adlı kitap. İkincisi de, bu yıl yayımlanan "Secular and Islamic Politics in Turkey: The Making of the Justice and Development Party / Türkiye'de Laik ve İslami Siyaset: Adalet ve Kalkınma Partisi'nin Ortaya Çıkışı" (Routledge, 2008). Türkiye'nin önde gelen siyaset bilimcilerinden biri olan,
Bilkent Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ümit
Cizre'nin derlediği kitapta, Cizre'nin yanı sıra
Menderes Çınar, Burhanettin Duran,
Ahmet Yıldız, Kenan Çayır, Ali Resul Usul, İbrahim Dalmış ve Ertan Aydın'ın hepsi dikkate değer katkıları yer alıyor. Çınar ve Duran'ın birlikte kaleme aldıkları
makale, Türkiye'de siyasal İslam'ın geçirdiği evrime merak duyanlar için özellikle yararlı bir inceleme. Ali Resul Usul'ün "
Avrupa-Kuşkuculuğu'ndan Avrupa Coşkusu'na, oradan Avrupa Yorgunluğu'na" başlıklı makalesi ise AKP'nin AB'ye bakışındaki dalgalanmayla ilgilenenler açısından özellikle dikkate değer.
Kitabı benim açımdan esas ilginç kılan ise Ümit Cizre'nin AKP ve TSK ilişkisini irdeleyen makalesi. Makaledeki ana tezi şöyle özetlemek mümkün: AKP-TSK ilişkilerinin iki dönemi var. 2002-2004 arasındaki birinci döneminde AKP,
AB süreci bağlamında TSK'nın anayasal ve yasal yetkilerinin sınırlandırılmasına yönelik önemli reformlara öncülük etti. AKP'nin laikliğe bağlılığından derin kuşku duyan TSK ya halkın desteğini arkasına alan hükümetle çatışmak ya da gücünün kısmen de olsa kısıtlanmasına razı olmak seçenekleri arasında kaldı. Başta
Genelkurmay Başkanı
Hilmi Özkök olmak üzere, demokratik normlara saygılı olan
generaller, "Halkın yüzde 70'i AB üyeliğini istiyor, kimse böyle bir çoğunluğa karşı çıkamaz" diyerek ikinci seçeneği kabullendiler. Ne var ki yasal yetkilerinin sınırlandırılması TSK'nın siyasal rolünün ortadan kalkması anlamına gelmedi.
Ekim 2005'te
katılım müzakerelerine başlanmasından sonra açılan ikinci dönemde, AB'nin Türkiye'ye karşı muğlak bir tavır takınması ve
muhalif seslerin daha yüksek çıkmaya başlaması üzerine AKP,
politika değiştirdi ve TSK'ya karşı ne pahasına olursa olsun çatışmaktan kaçınan, uzlaşmacı bir tutum benimsedi. Amacı 2007'de yapılacak iki seçimi,
kriz yaşanmaksızın aşmaktı.
Yazımını 22 Temmuz seçimlerinden önce tamamladığı makalesinde Cizre, önümüzdeki (üçüncü?) dönemde AKP acaba yeniden silahlı kuvvetler üzerinde
sivil demokratik denetim kurulmasına yönelik bir politikaya yönelebilir mi, diye soruyor. Bunun, hükümetin bu konuda kararlı olup olmamasına bağlı olduğu kadar, sivil-asker ilişkilerinin dışında kalan faktörlere de (kritik eşiklerin ve dönüm noktalarının aşılmasına da) bağlı olduğunu ileri sürüyor. (Burada 2007'nin
ikiz seçimlerini kastediyor olabilir.)
Cizre şunları da söylüyor: TSK ilk dönemde olduğu gibi önümüzdeki dönemde de, hükümetle çatışmak yerine siyasi nüfuzunu muhafaza etmek için, yasal gücünün daha da kısıtlanmasına razı olabilir. Bu bağlamda, toplumda şu sorunun giderek daha sık sorulmaya başladığına da dikkat edilmeli: TSK'nın AB sürecine ve siyasal liberalleşmeye muhalefetinin gerçek nedeni AKP'nin
laiklik karşıtı niyetlerinden duyulan içten kuşku mudur, yoksa reformların sivil otoriteyi siyasete askerlerce çizilen sınırları reddetmeye götüreceği kaygısı mı?
Kitabın en kısa sürede Türkçeye kazandırılması temenni edilir.