Güncel sorunlara değinecekmişim, yalnızca onlara.
Örneğin Petek Dinçöz ile
Can Tanrıyar’ın canlı yayında evlenmeleri gibi memleket meselelerine... Belki,
Galatasaray-
Bursaspor maçında hakemin kötü yönetimine...
Yok canım, hükümete
küfür etmemi bekliyorlar; türbana bozulacak, göbeğini kaşıyan ayılara giydirecek, emekçi halkımın durumundan yakınacaksın, arada Deniz
Baykal’a çakacaksın, senden iyisi olmayacak.
Vallahi bakınız, ben
deniz “
eşek etinden
sucuk yapanlarla mücadeleyi” başka arkadaşlara bıraktım. TEM yolunu
Etiler çıkışında tıkayan araçlar da benim ilgi alanımda değiller.
Ben kafama göre takılırım, okuyan okur, okumayan okumaz, beğenen beğenir, beğenmeyen beğenmez, yayınlayan yayınlar, yayınlamayan yayınlamaz, para veren verir, vermeyen vermez.
Bakınız bu hafta sonu da neye takıldım:
Sayın
Aydın Doğan ara sıra iyi işler de yapıyor, Doğan Yayıncılık kuruluşu ilginç eserler yayınlıyor.
Ama
kitap okumak delikanlıyı bozar, bari hanımlar okusunlar!
Yeni bir diziye başladılar, yakın tarih dizisi... Kısa, beylik deyimle “herkesin anlayabileceği” şekilde yazılmış, elbette buram buram “resmi tarih” kokan (
Doğan Grubu’ndan başka şey çıkmaz) ama gene de öğretici, aydınlatıcı kitaplar... Başlıklar hep “son bilmemne” diye gidiyor...
Osmanlı’nın “sonları” bunlar .. Bunlardan biri “son karar” misak-ı milli’nin öyküsünü, bir başkası son sadrazam Tevfik Paşa’yı anlatmış, Ecevit’in akrabası... Bana en ilginç geleni de, “Son Ziyaretler, Son Ziyafetler” oldu... (Efendim?
Hayır, beleş göndermediler, kendi cebimden aldım.)
İstanbul’a gelip giden çeşitli devlet başkanlarını, başta
Abdülhamid’in konuğu Kaiser Wilhelm olmak üzere, pek güzel toparlamış, yazarı Fatmagül
Demirel... Eleştirel meleştirel değil tabii ama “ham bilgi” olarak çok değerli.
Bunlara verilen ziyafetlerin yemek listelerini incelemek de ayrı bir keyif.
Fakat,
Avusturya-
Macaristan İmparatoru Karl ile İmparatoriçe Zita’ya verilen yemek, beni çarptı. (Efendim? Hayır, Catherine Zita-Jones değil, Zita de Bourbon-Parme...)
20
Mayıs 1918... Savaşın bitmesine beş ay var... Sultan Reşat son günlerini yaşıyor, bir buçuk ay sonra yolcu...
Dolmabahçe Sarayı’nda bunlara ziyafet vermiş.
“Mönüyü”, sıkı durun, yazıyorum:
Kremalı bezelye çorbası,
börek, levrek fileto,
kuzu budu,
tavuk püresi, ordu
pilavı,
Viyana pastası,
dondurma.
Fransızca yazılınca daha fiyakalı kokmuş: Potage a l’Imperatrice, Boerek Soultanie, Filets de Bar Marechale, Gigot d’Agneau a la Reine, Mousse de Poulet Hongroise, Pilav des Armees Alliees, Gateau Viennoise.
Fakat sonuç değişmiyor: Koskoca Osmanlı padişahının koskoca Avusturya-Macaristan İmparatoru’na ikram edebildiği, bezelye çorbası, tavuk paparası, elmalı pasta. “Müttefik ordular pilavı” da artık nasıl oluyorsa? Rahmetli dostum
Tuğrul Şavkay hayatta olsaydı sorardım.
Günümüzde herhangi bir yatılı okulun herhangi bir öğün yemeği.
Demek ki Enver ile
Talat, dört yıldır süren savaşta sarayı bile bu noktaya getirip bırakmışlar.
Keşke işkembe çorbasıyla kurufasulya çıkarsalardı, “yerel rengimiz” diye yuttururduk.
Buna karşılık, savaştan iki yıl önce, sarayın marayın değil, alt tarafı Bahriye Nezareti’nin Kasım
paşa’da sıradan bir Fransız amiraline verdiği yemeğe bakınız: Istakoz çorbası, havyarlı levrek,
soğuk keklik, trüflü tavuk dolması, kuşkonmaz, kaymaklı
kestane...
Bir
İngiliz amiraline de: Kalamar çorbası, sığır filetosu, kaz ciğeri, keklik kızartması, kuşkonmaz salçalı “lema-i hürriyet pilavı”...
Sarayda savaşın sonlarında bezelye çorbası içip kıymalı börek yiyorlar, peki cephelerde
Mehmetçik ne yiyip ne içiyordu, bilir misiniz?
Beygir fışkısını ayıklayıp hazmedilmemiş, çiğ kalmış
arpa tanelerini ayırıyor, haşlayıp onları yemeyi deniyordu!
Yaşasın vatan, yaşasın İttihat ve Terakki!