Dinç Bilgin
Sabah gazetesinin patronu olarak süreci çok içinden yaşamış, dönemin telkinlerine doğrudan ve dolaylı muhatap olmuş bir isim; ilk elden tanıklıklar her yerde her zaman ilgi uyandırır. İşin içinde askerler, medya, bazı medya mensupları, siyasiler olunca dikkatler zaten
doğal olarak keskinleşir. Söyleşi bu sebeple ilgi uyandırmış olabilir...
Yine de bir başka sebebi daha olması gerekir diye düşünüyorum söyleşinin gördüğü büyük ilginin; özellikle de anlatılanlar içerisinde pek azının ilk kez dile getiriliyor olmasından hareketle... 28
Şubat sürecinde medyanın düştüğü durum iyi biliniyor; kimlerin, nasıl uğursuz roller üstendikleri de... Demokratik sisteme müdahaleye karar vermiş bir kadronun '
psikolojik savaş' yöntemlerini nasıl uyguladıkları ve muhataplarıyla hangi düzlemde ilişki kurdukları da... 28 Şubatçılar da daha önce konuştular bu konularda, manipüle edilen medya mensupları da...
Peki de, 28 Şubat konusu neden her hatırlanışında bu denli ilgi görüyor?
Türkiye'de demokratik sisteme son müdahaleydi 28 Şubat; üzerinden henüz on yıl geçmiş bulunuyor. Dönemin askerî sorumlularından biri, daha başlarda, müdahaleyi 'post-
modern darbe' biçiminde tanımlamıştı. Yalnız medya mensupları değil
sivil bürokrasinin bütün unsurları da kitleler halinde
Genelkurmay Başkanlığı'na davet ediliyor, televizyonlarda yayımlanan canlı programlarda “Türkiye'de irticai hareketler” konusunda bilgi aktarılıyordu.
'Modern darbe' kavramında ifadesini bulan yöntemden farklı olarak, asker, bir gece ansızın gelmek yerine istediği sonucu almak üzere uzun bir süreç belirlemişti 'post-modern darbe' yöntemi olarak... Nitekim süreç iktidardaki Refahyol hükümetinin başbakanı Necmettin Erbakan'ın
istifasıyla yeni bir aşamaya ulaştı. Baskılarla istifa ettirilen milletvekilleri yüzünden, DYP lideri
Tansu Çiller'in, “
Başbakan ben olayım” sesi duyulmadı bile. Önce neyin olamayacağı araştırıldı ve ardından 28 Şubat hükümeti kuruldu.
Bu kadar yalın ve neredeyse herkesin gözü önünde cereyan etmiş, kahramanlarının çoğu halen hayatta olan bir olayın, üzerinden on yıl geçtikten sonra hâlâ hatırlanıyor ve merak ediliyor olması gerçekten dikkat
çekici.
O zaman “28 Şubat konusu neden hâlâ ilgi görüyor?” sorusuna mantıklı bir
cevap bulmamız şart. Acaba şu bir cevap teşkil edebilir mi: 28 Şubat sürecinde belli görevlerde bulunanlardan bir bölümü ortalıktan çekildiler; bir bölümü ise hiçbir şey olmamış gibi yerlerini koruyorlar.
Medya mensuplarından işyeri değişenler olsa da, '28 Şubatçı' diye bilinenler hâlâ ortalıktalar. Herkes
Dinç Bilgin gibi utanarak, sıkılarak anlatmıyor o dönemde yaşadıklarını; yaptığına arsızca sahip çıkanlar da var... Konuya ilgi, biraz da bu durumun hazmedilme zorluğundan kaynaklanıyor olmasın?
Bizden başka ülkelerde 'darbe' ile isimleri yan yana getirilebilen kadrolar demokrasiye dönüldüğünde kendilerini
hesap soran mekanizmalara muhatap buldular. Şilili
diktatör Gen. Augusto Pinochet 90'lı yaşlarında evinden dışarı çıkamaz, ülkesini terk edemez hale gelmişti, unutmayalım. Dikta rejimlerine
destek veren kesimler de, demokrasiye dönüldüğünde, hesaba çekildiler. Bizde yapanın yanına kâr kalan bir
eylem 'darbe'...
Darbelerin perde gerisini, kimin kime hangi emir ve talimatları verdiğini, hangi manşetin kimin tercihi olduğunu, korkutma ve yıldırmaları kimin yaptığını, yalan haberleri ve saptırmaları kimin gazeteye koyduğunu... Hepsini, ama hepsini biliyoruz; ancak garip bir biçimde, bunlardan dolayı hesap sormayı bilmiyoruz.
Türkiye bu garip görüntüsünü bozacak bir yeni tavır geliştirmek zorunda. Demokrasiyi hak etmek istiyorsak, demokrasiden kolayca vazgeçebilenleri yaptıklarına pişman edecek bir yol bulmak bizim görevimiz...