TÜRKİYE'DEN PAKİSTAN

Dünyanın herhangi bir ülkesinde önemli bir olay vuku bulmayıversin, hemen kendimizi merkeze alıp olayın içinde cereyan ettiği gerçekliği çarpıtmaya başlarız.


Kendimizi merkeze almamız, ben idrakimizin merkeze dayanmasından kaynaklanmıyor, tam aksine kendimize karşı duyduğumuz özgüvensizlikten kaynaklanıyor. Eğer olayın vuku bulduğu Batı ise, ona ne kadar yakın, Doğu ise ne kadar uzak olduğumuzu ölçmeye çalışırız. Daryüs Şayegan'ın yerinde deyimiyle bizim "bilincimiz yaralı"dır. Pakistan'da vuku bulan dramatik olayları tartışıyoruz. Tartışmalarımızın çok az bir bölümü Pakistan'ın gerçekleriyle ilgili. Kafamızda kurduğumuz bir dünya var, vehimlerle örülü bu dünyada Pakistan "laikliğiyle bize ne kadar benzeme başarısını göstermiş", "Müslümanlığıyla ne kadar geri aşamada bulunuyor?" bunu ölçmeye çalışıyoruz. Batılı literatürlerden ezberlediğimiz kadının durumu, insan hakları, feodalite, kabile etkisi, gelişmişlik, radikal İslam, laiklik, ilerilik, modernlik gibi sloganlarla dünyayı anladığımızı zannediyoruz. Anlı şanlı bir köşe yazarımız, 1980'lerden kalma bilgilerle olaylardan hâlâ büyük İslam bilgini Mevdudi'yi sorumlu tutuyor. Butto'yu "laikliğin Pakistan'daki timsali, Doğu'nun nadide sultanı" ilan ettik. Rahmetli Butto, bizim vehmimizde geliştirdiğimizin dışında bir kişilik ve önderlik profiline sahipti. Onun iktidar döneminde bizim laikçilerimizin hiç de hoşuna gitmeyecek icraatı olmuştu: Mesela İslami esaslara dayalı yasaların oranını %75'e çıkarmaktan gurur duyuyordu; yine Batılı propaganda makinelerinin şeytanlaştırdığı Taliban onun zamanında en yüksek desteğe sahip olmuştu. 8 Kasım seçimlerine hazırlanan Butto, Fazlurrahman'la anlaşmıştı ki, bu Taliban'ın siyasi desteğini tam olarak aldığının kanıtıydı. Bunun dışında "laik ve demokrasi azizesi" ilan ettiğimiz Butto, parti içi demokrasiye bir değer atfetmezdi. Babası Zülfikar Ali Butto'nun geleneğini devam ettirerek partiyi bir "aile şirketi" gibi yönetiyordu. İddia edildiğinin aksine pür sivil bir siyasetçi değildi, asker destekliydi; ancak ülkeye son dönüşünde ABD'nin verdiği güvencelere inanarak sistem içinde denge politikası takip etmeye çalışıyordu. Küçük bir not daha: Neredeyse sömürgecilik tarihi boyunca İngilizlerin ve bugün de herhangi bir siyasi partinin giremediği Veziristan'a sadece Benazir gidebilmiş ve bu seçimlerde desteklerini alma başarısını gösterebilmişti. Gezdiği İslam ülkelerinden "iyi ki seküler hukuka geçmişiz" şükrüyle dönen bir gazeteci arkadaşımız, Pakistan'ın laikliği tartıştığını yazıyor. Burada biraz durmak lazım. Pakistan'da siyasetçiler ve entelektüeller her şey olabilir, ama hiçbir şekilde "laik" olamazlar. Pakistan siyasetçilerinin iki ortak davası vardır: İslam ve nükleer silah. Pakistan'ın kurucu ideolojisi İslam'dır ve aradan geçen 60 seneye rağmen bu kurucu ideolojiyi berhava edip Pakistan'ı düşmanlarının önüne atabilme cür'etini gösterebilen kimse çıkmamıştır. Pakistan'da en laik sayılabilecek düşünce Shahida Cemil'in ifadesiyle, "kurucular Pakistan'ı İslami temeller üzerinde kurarken, bundan Hindular içinde ayrımcılığa uğramayacakları bağımsız bir siyasi devlete sahip olma arzuları" ve "elbette Müslüman, Hıristiyan, Hindu olsun, herkesin hayatını inandığı ve istediği gibi yaşama özgürlüğüne sahip olması" düşünceleridir. (Bkz. Ayşe Böhürler'in röportajı, Yeni Şafak, 31 Aralık 2007.) Bu iki talebin İslam'ın amir hükmü olduğunu söylemeye gerek var mı? Sorun, "ulusal ideolojiye indirgenmiş İslam"ın kurucu olduğu bu devlette bu ideallerin gerçekleşip gerçekleşmediği sorusudur. Ne gerçeklerimizle ne dünya ile temasımız sağlıklıdır. Gerçekliği çarpıtıp duruyor, bir hayal dünyası içinde yüzüyoruz. Türkiye bizim için bir kum denizi gibi, başımızı içine sokmuş olarak ahkam kesiyoruz. Pakistan'da önemli şeyler oluyor, bize uzak görünmesin; çünkü 24 ülkeyi içine alan bir projenin parçası olarak Pakistan karış(tırıl)dı ise bilelim ki, bu kaos doktrininin içinde biz de varız.
<< Önceki Haber TÜRKİYE'DEN PAKİSTAN Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER