ABD Harvard ve
İngiltere Oxford mezunu Butto, cesur bir siyasetçiydi, 1979'da idam edilen babası Ali Butto gibi siyasi mücadelesinin kurbanı oldu.
Bu menfur olay hakkında kesin fikirler yürütmek için
vakit erken. Birileri hemen
El-Kaide' class='textetiket' title='El Kaide haberleri'>El Kaide ve Taliban'a işaret etti. Genellikle bu tür suikastlar aydınlatılmaz, üçüncü derecedeki failler yakalanabilir, ikinci halkadaki örgütler de bilinebilir. Asıl ilk halkadaki planlayıcılar teşhis edilebilir. Onlar göz önünde görünmezlerdir. Birileri El Kaide'yi ve Taliban'ı işaret ediyorsa, bunun 11
Eylül saldırılarıyla sahneye konan büyük oyunla ilgili bir
terör eylemi olduğunu kestirmek için çok zeki olmaya gerek yok. Nitekim
Pakistan eski
İstihbarat Dairesi Başkanı Hamid Gül, "Bu El Kaide veya Taliban'ın işi değil, Batı bizi yanıltmaya çalışıyor." demektedir. Hatırlayalım, Gül,
11 Eylül saldırılarının da El Kaide işi olmadığını, bu saldırıların arkasından
İslam dünyasına büyük belaların yağdırılacağını söylemişti.
Butto'nun öldürülmesinden ülkeyi askerî rejimle yönetmekte olan
Pervez Müşerref sorumlu tutulabilir mi? Tabii ki şu anda en zor durumda olan kişi Müşerref. Ama Butto'nun öldürülmesi Müşerref'in yararına değil, zararına oldu. Çünkü Müşerref, Butto ile anlaşmıştı: Kendisi devlet başkanı, Butto başbakan olacaktı. 27
Aralık suikastıyla bu plan suya düşmüş oldu. Bana sorarsanız, 8 Ocak'ta yapılacak seçimleri iddia edildiğinin aksine Butto'nun değil, Nevaz Şerif'in kazanması ihtimali çok daha yüksekti. Birileri, Butto'nun kazanamayacağını anladı ve "zor oyunu bozar" kuralına başvurarak başka bir yol denemeye karar verdi.
Cesaretini ve kararlılığını her zaman takdir ettiğim Butto'yu
destekleyen Batılı merkezler, hep bir ağızdan aynı şeyleri tekrar ediyor: "Pakistan, dünyada nükleer güce sahip sekiz ülkeden biri. Bu ülkede cihad fabrikaları gibi çalışan 13 bin civarında medrese var.
Radikal İslam güçlü. Pakistan radikallerin veya İslamcı teröristlerin eline geçerse felaket olur." Sözde "tarafsız yayıncılık" yapma iddiasıyla yayına başlayan ve ama böylesi zamanlarda sadece tarafsızlığı yanında kontrolünü de kaybeden
CNN Türk "İslamcı medreselerin cihad fabrikası gibi çalıştıklarını" söylüyor. Bu "nükleer güç-kitle
imha silahı ve teröre destek" masalını bir yerlerden hatırlayalım: 2003'te
Irak işgalinden önce de aynı teraneler söylenmişti.
Pakistan'da toplumsal hayatın derin ve katlarında İslamcı-laik,
Sünni-Şii çatışması yok. Etnik gruplar da birbirleriyle çatışmıyor. Biri iç, diğeri dış iki temel çatışma alanı var: Dış boyutuyla, küresel kapitalizme kapıları sonuna kadar açarak bir miktar
rant ve avantajla sebeplenmek isteyen
küçük zümreler ile geniş kitleler arasında çatışma var. İç boyutuyla çatışma, bununla ilintili olarak kendi kurucu ideolojisi İslam'a, zamanın geldiği noktaya ve Pakistan'ın gerçeklerine aykırı olan ulus devleti kendi imtiyazlarının ve çıkar ilişkilerinin teminatı gören
iktidar elitleri ile yine geniş kitleler arasında sürüyor.
Pakistan İslam tarihinde kurucu ideolojisi "İslam" olan tek ulus devlettir. Pakistan'ın yaşadığı ve bundan sonra yaşayacağı siyasi tecrübe "İslam" ve "
modern ulus devlet" ilişkisinin şekilleneceği çerçeve açısından önemlidir. Bu, aynı zamanda "İslam ve
demokrasi" ilişkisinin de geleceği hakkında bize ışık tutacak önemde bir tecrübedir.
Zannedildiğinin aksine
Türkiye bize bu konuda fikir veremez. Pakistan'dan yaklaşık çeyrek asır önce tarih sahnesine çıkan Türkiye Cumhuriyeti'nde "İslam", kurucu ideoloji değil, motivasyon ve başlangıç için geçici meşruiyet gerekçesi rolünü oynamış, iktidar kurucuların tam eline geçince hemen kamusal hayattan
tasfiye edilmiştir. Bu açıdan bakıldığında Türkiye ve Pakistan iki farklı politik tecrübedir. 1979'a kadar
İran arada bir yerde duruyordu, İslam devriminden sonra kendine özgü bir eksen oluşturdu.
Moritanya,
Malezya ve
Bangladeş sonra kurulan devletler olarak Pakistan'ı takip etmişlerdir.
Pakistan büyük bir felaketin eşiğinde.