"Doğu ile Batı arasında
köprü" den tam düşülecek yerdi .
"Batı
köleciliği, sömürgeciliği, emperyalizmi, tahakkümü, aşağılaması" ile "Batı'nın en Doğulusu, Doğu'nun en Batılısı"
arasında denize dökülmek.
Zaten "sayıyla verilmedikleri" memleketlerindeki
açlık ve işsizlikten umudun denizine doğru kulaç atmaya çabalarken, "yüzlerce mevsimlik köle" nin de gömülü olduğu topraklardan birer hayalet gibi süzülmek.
"İnsan hakları, hukuk,
adalet" coğrafyası Batı'da, bir
Yunan botu, bir İtalyan sahil güvenliği tarafından püskürtülüp denize dökülmeden de önce, "düşmanı denize dökenler" in kadim sahillerinde denize dökülmek.
"Dünyanın 48 garibanı" nı en iyi biz anlardık.
Ve onları en çabuk biz unutabilirdik.
Çünkü, "48 kaçak" ın (daha) kendi sahillerinde, insan tacirleri elinde öyle isimsiz, kimliksiz boğulup gittiği bu ülkede, biz daha kısa süre önce kendi "mevsimlik köleler" imizi Kahta'dan fındığa taşırken nasıl beşer, onar kamyonlardan
ölüme düşürdüğümüzü, 12'sinde, 14'ünde onca kızı, Urfa'da kamyon kasasından dereye döküp boğduğumuzu unuttuk bile.
Unuttuk, Devlet İşletmeleri'nin dahi, günlük beşer, onar lira yevmiye karşılığı
kamyonet kasalarına istiflenen çocuklarla ilgili hakiki bir
hesap veremediğini.
Kamusal bir utancın oluşmadığını; işleri, hayatı, köleliği, insanlık dışılığı değiştirmek için devletin, siyasetin, milletin ayaklanmadığını unuttuk bile.
Biz, boşaltılmış köylerin kavruk, hırçın çocuklarını gaspçı, dilenci,
tetikçi olduğunda görebilen gözlerin sahibiyiz.
Biz,
terör ile
terörle mücadele arasında sıkışmış onlarca köylünün bir minibüste katledilebilmesini, bir tarafta asla devletin de ayıbı saymayanların, başka bir tarafta asla terörün vahşeti diye niteleyemeyenlerin verdiği sürekli acıyız.
Biz, bundan kırk, elli yıl önce
hayvan gibi muayenelerden geçirildikten sonra, "Acı vatan" a gidenlerin döviziyle ayakta kalıp onların oralarda ayakta kalabilmesi için elinden bir şey gelmeyen, dilinden ise ancak "gurbetçi" lafı dökülenleriz.
Biz unutkanız çünkü bu topraklara kaçanlar ile bu topraklardan kaçanların ortak insani acıları olabileceğine dair "kapsama alanı geniş" vicdan geliştirmekte zorlanmışız.
Biz, Batı'da aşağılanmaktan mustarip iken, sık sık başkalarını (ve kendi ötekilerimizi) dini, dinsizliği, etnisitesi, mezhebi, dili, şivesi, rengi, kılığı, "seviyesi" yüzünden aşağılamaktan kendini alamamaktayız.
Doyamadığı, gülemediği, korktuğu, sevilmediği, itilip kakıldığı için simsarlara son kuruşunu ve "son hayatı" nı, hayatının sonunu emanet edip denize atlayanları çok iyi anlayabiliriz.
Bizim çocuklarımız da gemilerin limanlara attığı konteynerlerde boğulup gitti.
Bizim çocuklarımız da Alpler'de kaçak yollarında dondu gitti.
Bizim çocuklarımız da
uçak motoruna sıkışıp kaçmayı, göçmeyi denedi de gitti.
Bizim "başka" çocuklarımız tehcirlerde açlıktan, yorgunluktan, mermilerden ölüp gitti.
Bizim çocuklarımız da kaçak teknelerinden denize döküldü.
Bizim çocuklarımızın da Tunç
Okan imzalı "Otobüs" filmi, Yılmaz
Güney, Şerif Gören, Zeki Ökten ve başka imzalı göç, kaç, umut ve ölüm hikayeleri oldu. Roman oldu, öykü oldu, okumasak da şiir oldu.
Bizim çocuklarımız da teknelerle, sahte kimliklerle, düşüncesinden, endişesinden, eyleminden ötürü vatandaşlıktan kaçaklara, sürgünlere gömüldü. Bizim yazarlarımız burada öldürülmemek için sınırı geçmeye çalışırken bizimkiler tarafından öldürüldü.
Bizim şairlerimiz, ozanlarımız da vatanından kaçıp da bir daha göremeden ölüp gitti.
Bizim nice çocuğumuz Balkanlar'ın, Kafkaslar'ın, Adalar'ın mübadele çocukları,
katliam kaçakları, etnik ve dini şiddet göçerleri idi.
"Denize döktüğümüz" 48 ölüyü en iyi biz anlayabilirdik.
Ve en çabuk biz unutabilirdik.
Burası öyle bir "köprü" idi işte.
Burada doğan nicemiz burada mutlu, umutlu oldu; burada doğan nicemiz işte tam burada düştü de boğuldu!