Türkiye'de, “
siyasetin ve düşüncenin
sıfır noktası” olarak tabir ettiğimiz
toplumun referans olmaktan çıktığı, devlet içine hapsolmuş siyasete bakarak kaynağı belli olmayan, ilkeleri rafa kaldıran bir “değişim söylemi”ne doğru yeniden yaklaşıyor gibiyiz.
Fetret bizim aşina olduğumuz hallerdendir.
Bu toprakların insanları “faydacı, ataerkil ve toplum tasavvuruna sahip olmayan bir siyasi kültür”e sahiptir.
Eksik
demokrasi ve eksik modernleşme uygulamaları, bu topraklarda krizleri
doğal hal buymuşçasına kronikleştirmiştir. Çünkü dış ve iç değişim dalgaları, hemen her sefer donuk siyasi,
ekonomik, toplumsal yapılar üzerinde ağır “travmatik etki”ler yaratır. Bu travmalar çerçevesinde Türk toplumsal yapısı kendisini bütünleşerek değil, yırtılarak üretir. Her travma, her yırtılma, devlete endeksli ve onun kontrolüne yönelik dar siyaset algısını biraz daha beslemiştir.
Bugünlerde tüm değişim görüntülerine rağmen, aradan geçen bunca zamana, yaşanan bunca deneyime, AB yolunda alınan bunca mesafeye rağmen, AKP'nin iktidardaki varlığı ve çevreyi temsil eden kimliğiyle bu travmaların köklülerinden birisi hala yaşanmaya devam ediyor. Bu travma, özellikle kentli, seküler, üst kesimleri etkiliyor, zihni çatışmaları ve çelişkileri azdırıyor, onlar nezdinde “içi boş ve aktörsüz değişim söylemi”ni putlaştırıyor. Sonuç olarak değişim ruhuna aykırı bir ortak payda üretiyor.
Bazı sabitler kolay değişmiyor.
Bu ortak payda, son genel seçimlerden sonra siyasetin yakaladığı tarihsel çıkışa rağmen, siyasetin zihinlerde yeniden marjinalleşmesi üzerine kurulu. Gözünü, ufkunu, umudunu dış dinamiklere çevirmiş, bu dış dinamiklerin iç dinamiklerin ivmesiyle harekete geçtiğini görmek istemeyen, iç dinamiklerden nefret ettikçe, dış dinamikler konusunda yüzeyselleşen aciz bir ruh haline tekabül ediyor bu marjinalleşme...
Acizlik ve ataerkil kültürün birlikte beslediği, bu “toplumsuz ve siyasetsiz yenilenme mitosu”, kısacası bu “dış dinamik çeşitlemeleri” ne yazık ki, ülkeye
egemen zihniyetin hâlâ özünü oluşturuyor.
Bu zihniyet çeşitli kimliklerin yaşadığı yırtılmanın en önemli unsuru.
Yırtılma ise iki yönlü; hem her bir aktörün zihniyetine ilişkin, hem toplumsal kesimlerin kendi içlerine ilişkin.
İlk yırtılma, aktörün kendisini, “olan”ın dışına itip “bir bilinmeyen”in itici güç olduğu
komplo teorilerine yaslanmasıyla, bunu yaparken kendisini ve ait olduğu kültürel duyarlılığı yok saymasıyla ilgili.
Kompo teorilerinin bu ülkede rağbet görmesinin, bu teorilerin tarihi milletler kavgası ve ittifakına indirgeyen, iç dinamikleri ve toplumu dışlayan millet fikrinin doğal uzantısı olmasıyla yakından ilişkili olduğunu iyi bilmek gerek.
Nitekim ikinci yırtılma, “çoğulcu bir yerelleşme ya da siyaset” yerine “çoğunlukçu bir yerel fikir ya da siyaset”in yeniden doğmasıyla, çok parçalı toplum yerine tek parçalı millet kavramının sağda ve solda ideolojik bohçalardan tekrar çıkarılmasıyla ilgili. Bu ikinci yırtılma ya Batı'ya yaklaşırken Batı fobisinin
tahrik olmasıyla “komplo teorilerine dayanan ve acizden doğan sembolik bir milliyetçilik” üretiyor. Ya da “toplumu yok sayan, Batı'yı kişileştiren ve kuru bir Batıcılık”ı besliyor.
Türkiye'nin doğru bir tarihsel hatta ilerlemesi bu derin gerçekleri değiştirmiyor.