Biliyorum, klasik deyiş ama yıllar gerçekten çok çabuk geçiyor. Zamanın yitip gitmesinden belki daha acı olan, neredeyse her şeyde, “Galiba ben bu filmi daha önce görmüştüm” hissinin uyanması...
Bu konu ne zaman aklıma takılsa, Nadir Nadi‘yi anımsarım.
Cumhuriyet yıllarındaki başyazarım, “Hasan
Cemal” diye başlardı arasıra, “Zamanın kıymetini bil, hayat göz açıp kapayıncaya kadar geçiverir.”
Nadir Bey’in demek istediğini yıllar geçip gittikçe daha derinden hissetmeye başladım.
Adı elbette şarapla ya da Montaigne’le anılan
Bordeaux’ya ilk kez 1990’da gelmiştim.
Yirmi yıl akıp gitmiş.
O zaman bir kaç gün kaldığım bu şehirden bende bir tek iz bırakan şey, Uluslararası
Basın Enstitüsü Yürütme Kurulu için Rothschild Şatosu’nda verilen
mükellef ziyafette içtiğim kırmızı şarapların damağımdaki tadı olmalı...
Şimdi neden geldim?
Cimbom’u desteklemek için...
Veyahut, kayıp giden zamanın peşindeki o nafile koşularımdan biri de olabilir.
Ama bazen iyi geliyor bu.
Gençlik yıllarımı aradığım için belki de...
Fena mı?..
Hatıralarla birlikte kendini bazen yapayalnız bir dünyanın içine çekip, kendi kendini az da olsa dinlemeye koyulmanın
tedavi edici bir yanı var sanki...
“Buyurun Jean Ramet lokantasına!
Bayan Ramet müşterileri tepeden tırnağa süzüyor. Biliyor ki kocası, Monsieur Ramet, mutfakta klasik
Fransız mutfağının en güzel yemeklerini hiç kestirmeye kaçmadan ve bulunan mevsimlik malzemelerin en iyisi ile yapıyor.
Kaliteye göre çok pahalı değil.
Madame ve Monsieur diye takdir edilmek, maddiyattan daha önemli. Anglo-Saksonların ya da ‘80 sonrası Türk toplumunun değerleri ile yetişenlerin pek anlayamayacağı bir ‘gurur ve haysiyet’ anlayışı var Ramet çiftinin. En iyisi yemediğiniz şeyleri söyleyip seçimi Madame’a bırakmak.
Ben de öyle yaptım.
Tek başıma idim.”
Vedat Milor,
Milliyet Pazar ekinde böyle yazıyor.
Venedik’ten sonra Bordeaux’daki bu lezzet durağında da yanıltmadı, teşekkür ederim kendisine...
Ben de kendi başımaydım. Çok güzel yiyip içtim.
Demin de belirttiğim gibi bazen yalnızlığa sığınmak, iç muhasebe yapmak hakikaten iyi geliyor insana.
Galatasaray turu geçebilecek mi?..
Soru bu...
İyi ki
futbol var!
Hele dünya ve
Türkiye’nin bu krizli hallerinde güzel oyun denen futbolla onun doyumsuz geyiği insanın kafasını hiç olmazsa bir süre dağıtıyor.
Peki ya biz Bordeaux’yu dağıtabilecek miyiz? Eleyip 2000’deki gibi
Avrupa’nın zirvesine doğru tırmanışımız devam edecek mi?
Haftaya bir maçımız daha var.
İstanbul’da oynayacağız.
Çıtayı yükseğe koymak lazım. Galatasaray, normal olarak Bordeaux’yu eleyip yoluna devam eder diye düşünüyorum.
Portekiz liginde halen bir puanla ikinci durumda olan
Benfica’yı
Lizbon’da,
Alman liginde liderliği ele geçiren Hertha‘yı
Berlin’de nasıl yendiyse, Bordeaux’yu da kendi evinde yenebilir Galeatasaray.
Ya da haftaya İstanbul’da noktayı koyabiliriz.
Malum, son dört maçımızın bilançosu kötü. Ortasahamız düşüşte.
Arda-Baroş-Lincoln üçlüsü ortalıklarda yok. Sakat olan Hakan Balta’nın boşluğu dolmadı. Sağ kanatta Sabri tekliyor, yediğimiz goller daha çok onun kanadından geliyor.
Ama dışarıda hep iyiyiz.
Bir başka deyişle:
Bunlar ‘vitrin maçları’ olduğu için topçularımız, yabancısıyla yerlisiyle daha konsantre, canlarını dişlerine takarak çok daha iyi oynuyorlar.
Tabii ölçü, geçen haftaki Antalyaspor maçı olursa yandık.
Bordeaux’da salı akşamı Galatasaray’ın antremanını izlerken Başkan Adnan
Polat’la sohbet ediyoruz.
Başkan umutlu.
Cimbom’un yeniden bir çıkış yakalayacağına inanıyor. Bu arada
Futbol Federasyonu’yla hakemlere dönük bazı haklı eleştirileri var Başkan’ın...
Bundan önce iki kez eşleştik Bordeaux’yla, ikisinde de elendik. Çekirge üçüncü kez sıçrayamadı!
Galatasaray bu kez Bordeaux’da istediğini aldı sayılır.
Cimbom bu Bordeaux’yu haftaya perşembe günü İstanbul’da yener ve Avrupa’daki zirve yolculuğuna devam eder.
Aslında turu dün gece Bordeaux’da da garantiye alabilirdi Cimbom. Hele Kewell ilk yarıda o golü ezmemiş olsaydı...
Zirve yolu Cimbom’a açık!
O zirve neresi derseniz,
Saraçoğlu’nda oynanacak
UEFA finali diyebilirsiniz.