Bugünlerde sevgili ağabeyim
Mehmet Barlas’ın öğüdünü tutmuyor, kendi işime bakmayıp ona buna kılçık atıyorum ya, sıra gene bir sevgili dostumuza,
Zülfü Livaneli’ye geldi.
Dün,
Abdülhamid’in Beylerbeyi Sarayı’nda geçirdiği son günlerini anlatmış.
Rusya’dan devrim haberi geldiğinde doktoruna (Jak Barbut olsa gerek) demiş ki, “ben buna inanmıyorum, Ruslar Çar’dan vazgeçemezler, başlarında bir
çoban olmadan yaşayamaz onlar”...
Hani kısa bir süre sonra
tahta geçecek olan Vahdettin de
Mustafa Kemal Paşa’yla bir sohbet sırasında millete bir çoban gerektiğini söylemişti ya, onun gibi.
Livaneli, Abdülhamid’in haklı çıktığını, Rusya’nın bugün Çarlık benzeri bir sistemle yönetildiğini söylüyor, “gele gele Rasputin’den Putin’e geldiler” demiş.
Fakat arada gelip geçen bütün
SSCB Komünist Partisi Birinci Sekreterleri’ni atlamış!
Belki yakın arkadaşı
Gorbaçov’a “bir tür aydınlanmış despot” demek zorunda kalmamak içindir, hani Prusya Kralı Büyük Friedrich gibilerden... Lenin’e, Stalin’e dil uzatsa bu sefer
kaset müşterisi kaçacak. Hruşçov’a, Brejnev’e, Andropov’a, Çernenko’ya falan çatmanın da artık hiçbir anlamı kalmadı.
Gene de, aman bu çoban muhabbetini genellemesin, hele
Türkiye’ye hiç getirmesin, laf çok biçimsiz yerlere gider! Başı da derde girer.
Livaneli, öte yandan, en demokratik ülkelerin,
Amerika’nın bile “hanedan” sevdiğini hatırlatıyor,
Bush ve
Clinton ailelerini örnek veriyor. Roosevelt ve Kennedy ailelerini de ekleyebilirdi.
Gene lafı Türkiye’ye getirmemiş, böylece
İnönü adını zikretmekten kurtulmuş.
Öyle ya, şimdi rahmetli olan “Bayan Mevhibe’nin sevimli yavrusu
Erdal”ın anısına saygısızlık olacaktı.
Oysa Aydın
Menderes’ten falan dem vurarak denge sağlayabilirdi.
Fakat ben olsam, ahret kardeşi
Mustafa Mutlu’nun parlak önerisini şöyle bir hatırlatırdım geçerken:
CHP’nin başına geçeceği, CHP’yi Deniz
Baykal’dan kurtaracağı ve iktidara getireceği umulan mucize çözümü, büyük ismi...
Sayın Gülsün İnönü Toker Bilgehan’ı!
Öyle ya,
muhalif yazarlar için başbakanın hap kadar oğluna çatmak kolay, zülf-ü yare dokunmak zordur.
Neyse, bir fıkra anlatalım da tatlıya bağlayalım, keyfi kaçmasın:
Stalin, partiden aldığı maaşı, kapiğine bile dokunmadan, olduğu gibi köyüne, annesine gönderirdi, biliyorsunuz.
Annesi de ona kavanoz kavanoz
turşu yollarmış her sene...
Stalin, yıllar sonra, ilk ve son kez olmak üzere
Gürcistan’a, Gori kasabasına,
yaşlı anasını ziyarete gitmiş... Sanırım 1935 yılıdır...
Buraya kadarı gerçek.
Fıkra şimdi başlıyor:
Annesi, cahil bir kadıncağız, “oğlum sen şimdi
Moskova’da ne iş yapıyorsun, neyle geçiniyorsun” diye sormuş.
Stalin, Birinci Sekreterlik görevini, okuması yazması bile olmayan yaşlı kadına nasıl anlatsın?
“Çar gibi bir şey oldum işte...” demiş.
Kadın şöyle bir durmuş...
“Ah be yavrum,” demiş, “keşke okusaydın da
papaz olsaydın!”