Geçen hafta Suud Kralı Abdullah bin Abdulaziz el Suud'un
Türkiye'yi ziyaret etmesi ve söz konusu ziyaret sırasında Kral'a "Devlet
Şeref Madalyası" verilmesi "malum çevreler" tarafından 'olay' haline getirildi. Eleştiri sınırları aşıldı,
hakaret,
küfür, sövgü yapıldı. İbret verici bir biçimde Türkiye konusunda iyi niyetlerini beyan eden ve başa geldiğinden beri bize desteklerini esirgemeyen bir devlet başkanı ırkçı-şoven saldırıların hedefi haline getirildi. Dahası,
Ankara Barosu'na kayıtlı bir
avukat, Suud Kralı'na verilen madalyayla ilgili 3
Kasım 2007 tarihli kararın iptali istemiyle
dava açtı.
Bu arada 'üçüncü
sınıf oryantalist jargon'un ince köşe yazarını ne kadar gülünç veya acınacak duruma düşürdüğüne şahit olduk. Kimisi "çadır bedevisi" dedi, kimisi ruhundaki kategorik ırkçılığı dışa vurarak "Arapları sevmediğini veya Suudilerden oldum olası hoşlanmadığını" yazdı.
En masum-örtük gibi duran
ırkçılık 'kategorik genellemeler'de gizlidir. Mesela, "Ben Lazları sevmem; Giresunlulardan adam çıkmaz; Vanlı mı, geç; Kürt'se, aman aman; Arnavut, yok kardeşim kalsın" veya "Bizim bölgenin insanı; sen bakma ne varsa yine bizimkilerde var" vs. türünden bilumum genellemeler, kategorik ırkçılık belirtileridir. Hiçbir kavim, ırk, şehir veya insan grubu ne mutlak iyi ne mutlak kötüdür. İçlerinde iyiler de var, kötüler de.
Bu artık Batı'da "
İslamofobi ve Anti-İslamizm"in Türkiye'deki uzantıları olarak sahnede yerini alan bu malum çevreler, "
vefa" duygularını körelttikleri gibi,
ülke çıkarı doğrultusunda "makul düşünme" yeteneklerini de kaybetmişlerdir. Şöyle ki:
Ziyaretten hemen önce İstanbul'da düzenlenen "Irak'a Komşu Ülkeler Toplantısı"nda elde edilen nisbi başarı ve Türkiye'nin dünya kamuoyunda lehine kaydedilen prestijin asıl pay sahibi Kral el Suud'dur. Şu veya bu reel politik hesapla olsun, Suudiler, Türkiye'nin bölgede inisiyatif almasını istiyor. İşin
ekonomik cephesi daha ilginç: Son yıllarda ABD ve Batı bankalarında kendilerini güvende hissetmeyen Araplar, Türkiye'yi güvenli ülke görüyor,
finans ve
üretim alanlarındaki yatırımlarının bir bölümünü Türkiye'ye kaydırmayı düşünüyor. Önümüzdeki sene
Körfez Ülkeleri 200 milyar dolar yatırım planlamış bulunuyorlar, bunun yüzde 55'i Suudiler tarafından gerçekleştirilecek.
Krala demediğini bırakmayan bu çevrelerin bu yatırımdan Türkiye'nin pay alması umurlarında değil. "Para Araplardan gelecekse, hiç gelmesin" diyorlar. Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül, "Bir çadır bedevisini nasıl havaalanında karşılar, nasıl bulunduğu otele gider?" diye feryat ediyorlar. Oysa 1950'lerde,
Celal Bayar, ABD Devlet Başkanı Eisenhower'ın kendisini değil, yardımcısı Nixon'ı havaalanında karşılamıştı. 15 Kasım 1999'da Türkiye'yi ziyarete gelen Clinton'ı Demirel'in
Esenboğa Havaalanı'nda hem de gece saat 23.45'te kalabalık bir heyetle karşıladığını hatırlayalım. Daha ilginç olay şu: Haziran-1981'de zor durumda olan
İngiltere'yi Arap sermayesiyle bir nebze rahatlatmak üzere Suudi
Arabistan'ı ziyaret eden
Başbakan Margaret Thatcher, Kral Halid'in önünde diz çökmüştü. (İsteyenler, 13 Haziran 1981 tarihli Günaydın Gazetesi'ne bakabilir.)
Kral, Türkiye'ye gelmeden önce
İtalya ve İngiltere'ye de uğramıştı. "Vahhabi" olarak dudak büktüğümüz
Suudi Arabistan Kralı Abdullah, Papa'yı ziyaret etti ve "dinler arası diyaloğun geliştirilmesi"ni istedi. Türkiye'de
Fethullah Gülen Hocaefendi ise Papa'yı ziyaret ettiği ve çıldırmış dünyayı
akıl ve iz'ana çağırmak üzere "hoşgörü ve
diyalogdan söz ettiği" için yoğun saldırılara maruz kaldı. İşin garipliğine bakın, diyalog ve hoşgörüye karşı çıkanlar yine aynı çevreler. Kralın İngiltere ziyareti fırtınalı geçti; çünkü
Kral Abdullah gayet kendinden emin bir üslupla "Müslümanları
terörizmle suçlayan Batı'nın ve İngiltere'nin terör konularında üzerlerine düşen sorumlulukları yerine getirmediklerini" söyledi ki, bu, kendinden emin demeç,
İngiliz medyasını ayağa kaldırmaya yetti.
Pekiyi, bizimkileri ayağa kaldıran şey neydi? Pazartesi bunu ele alacağız.