Saracoğlu’nda
final oynayacaktık.
Galatasaray dokuz yıllık bir aradan sonra
UEFA kupasını bu kez
Fenerbahçe’nin kutsal mabedinde kaldıracaktı.
Ben de, Selahattin Duman’a da inat, ‘Üzgünüm Leyla’ dizisinin son yazısını ne büyük bir keyifle Saracoğlu’ndan döktürecektim.
Ve Fenerli dostlar çatlayacaktı.
Neden olmasın diye düşünmüştüm.
Hayalim buydu.
Üstelik yaklaşmıştık hedefe.
Çok yazık oldu.
Çarşamba gecesi Saracoğlu’nda final oynayan iki takımı, Shakhtar
Donetsk ile
Werder Bremen’i seyrederken canım yandı, nasıl kaçtı bu fırsat diye.
Emin olun, Galatasaray bu iki takımı da yenerdi Saracoğlu’nda...
Ali
Sami Yen’deki o
Hamburg maçı gözümün önünden bir film şeridi gibi geçti gitti.
Hâlâ içim sızlıyor.
2-0 galipken, ikinci devre yenen o berbat üç golle kaybettiğimiz maçın acısı hâlâ yüreğimde. Geçen
akşam Shakhtar’la Werder’i izlerken, bu acı bir kez daha geldi içime oturdu.
Ne yazık!
İşte bunun içindir ki, şimdi ‘Üzgünüm Leyla’ yerine oturdum, Latif Demirci’nin teklifiyle ‘Küskünüm Leyla’yı yazıyorum.
Evet küskünüm.
Galatasaray’a küstüm!
Futbolculara da, idarecilere de.
Biliyorum, bu küskünlük uzun sürmez ama... Böylesine bir fırsatı nasıl kaçırdınız?..
Saracoğlu’nda final!
Saracoğlu’nda UEFA kupasını kaldırıp, Fenerlileri çıldırtmamız işten bile değildi. Parmağımızın ucuna kadar gelmişti. Fenerbahçe’nin tarihinde olmayan bir kupayı, Fenerbahçe’nin stadında ikinci kez Galatasaraylı aslanların elleri üstünde görmek, ne büyük bir mutluluk olacaktı.
İşte bunun için Küskünüm Leyla!
Bunun için küstüm Cimbom’a...
İtiraf edeyim, önceki akşam Saracoğlu stadına ayaklarım geri geri gittim.
İçimden gelmedi.
Bir güçlüğüm daha vardı.
Hangi takımı tutacaktım?
Shakhtar’ı mı, Werder’i mi?
Baktım, çevremde kim varsa
Lucescu’nun Shakhtar’ını tutuyor. Almanlara pek sempati duyan yok gibi.
Romanyalı
Mircea Lucescu benim de sevdiğim, iyi bir
teknik adamdı. Her şeyden önce Galatasaray’ı
şampiyon yapmıştı.
Ayrıca, Lucescu’nun bizi şampiyon yaptığı yıl takımdan gönderilirken Galatasaray yönetiminin ona karşı sergilediği tarz da hoşuma gitmemişti. Kısacası, sempatim vardı Romen teknik adama.
Ama buna karşılık Werder Bremen’le olan nostaljik bağlarımın da farkındaydım. Çünkü 1965-1966 yıllarında Bremen’de yaşamış ve Werder’in yeşil beyaz formasını giymiştim.
Mülkiye’yi bitirdiğim yıldı. Almanca öğrenmek için Bremen’e gitmiştim. Rahmetli babam Ahmet
Cemal,
Türkiye’nin aynı zamanda fahri konsolosluğu olan bir nakliyat firmasında bana
küçük iş bulmuştu.
Orta
sınıf memurlardan oluşan
arkadaş çevresinde sıkıntıdan patlamamak için kendimi onlarla
futbola vurmuş, Werder Bremen’in amatör takımlarından birine yazılmış ve -hangi kümede şimdi hatırlamıyorum- oynamaya başlamıştım.
Güzel yıllardı.
Çünkü çok gençtim.
Hayatımda ilk defa
halı gibi yemyeşil çim sahada futbol oynuyordum. Futbol ayakkabımla formamı, şortumu, çorabımı, tekmeliğimi hepsini amatör olduğum için kendi paramla Karstad’dan taksitle almıştım 1965 yılı eylül ayında...
Yine o tarihte ilk kez kramponları vidalı
Adidas marka futbol ayakkabısıyla tanışmıştım.
Adidas’la çim sahada top koşturmak performansımı bir anda katlamış, kendimi
Pele gibi hissetmeye başlamıştım. Dripling yaparken, kafaya çıkarken, şut çekerken, çalım atarken kendimi çok beğenir olmuştum.
Üstelik Piontek’li, Höttges’li Werder Bremen o yıl Batı
Almanya şampiyonu olmuştu.
Ne güzel zamanlardı.
Werder Bremen’i tutmaya karar verdim Saracoğlu’nda...
Ve iddiayı kaybettim.
Şimdi Lucescu’nun takımını tutanları balıkçıya götürmek zorundayım.
Küskünüm Leyla!