Kim ne derse desin haftanın en tarihî ve en çarpıcı gelişmesi
Danıştay saldırganı
Alparslan Arslan ile
emekli Tuğgeneral Veli Küçük'ün bir arada görüldüğü fotoğrafın orijinal çıkmasıydı.
Fotoğrafın ilk neşredilmesinden sonra
Veli Küçük,
Alparslan Arslan'ı tanımadığını, fotoğrafın da "birileri tarafından kasıtlı olarak montajlanmış" olduğunu iddia etmişti. Şimdi ortaya çıkan gerçek şu: Terörle Mücadele ekipleri fotoğrafın aslına sahip Azadiye Welat Gazetesi'ne gidiyor ve bu fotoğrafı teslim alıyor. Ardından
teknik araştırma yapılıyor ve tespit ediliyor ki fotoğrafta herhangi bir montaj hilesi yok. Bu ilginç gelişmeyi
Star Gazetesi manşetine taşıdı. Bunun üzerine yer yerinden oynamalı, art arda açıklamalar yapılmalı, Danıştay saldırısından
Ergenekon soruşturmasına kadar pek çok gizli gerçeğin üzerine gidilmeliydi. Maalesef öyle olmadı. Derin bir sessizlik, mahcup bir suskunluk gözleniyor bazı çevrelerde.
Türkiye'nin unutulan 11 Eylül'ü...
avukat, Danıştay üyelerine silahlı saldırı düzenlemiş ve makamlarında kurşun yağmuruna tuttuğu üyelerden biri hayatını yitirmişti. Daha meselenin içyüzüne dair en
küçük bir bilgi ortada yokken
fatura "
dindar, muhafazakâr, dinci" gibi sınıflarla suçlanan insanlara kesilmişti. Dönemin Cumhurbaşkanı A. Necdet Sezer bile soğukkanlılığını koruyamamıştı, temsil ettiği makamın ağırlığı ve
hukukçu geçmişini unutarak Danıştay saldırısında toplumun parçalanmasına neden olacak tutum sergilemişti. Deniz
Baykal zaten olayı duyar duymaz hücum borusuna sarılmış gibiydi. Ve medya! En hararetli konularda bile aklıselimin kalesi olmakla yükümlü medya (daha doğrusu medyanın her geçen gün zayıflayan bir bölümü) faturayı daha canlı yayınlarda masum kitleler üzerine kesmiş ve olayı "Türkiye'nin 11 Eylül'ü" ilan etmişti.
Oysa mesele hiç de sanıldığı gibi değildi. Alparslan Arslan'ın yakalanması ile başlayan incelemeler sonrasında karanlık ilişkiler yumağı çözüldükçe karşımızda derin bağlantıları olan bir
örgüt çıkıyordu. Daha o günlerde Zaman şu başlığı atıyordu: "Deştikçe çete çıkıyor." Gerçekten de öyleydi. Kendilerini Vatansever, ulusalcı vesaire olarak tanıtan ve silahlı
eylem yapmayı mubah gören bir örgüt vardı. Yine o günlerde "
Saldırıda TİT izi" başlığını atmış, derin çetelere dikkat çekmiştik. O dönemde bazı meslektaşlarımızın "Hadi canım sen de" şeklinde resmedebileceğim incitici tavırlarına da rastlamıştık. Oysa olayların üzerindeki sis perdesi dağıldıkça saldırının din için ya da dindarlar tarafından yapılmadığı ortaya çıktı. İşin bir ucu
Susurluk olayına kadar gidiyor; diğer ucu Ergenekon adı verilen bir örgüte kadar dayanıyordu. Tam bu noktada Veli Küçük ismi
kilit bir nokta haline geliyor. Zira Susurluk kazasında ortaya kontrgerilla bağlantıları çıkmış ve o dönemin en önemli
emniyet yetkilisi Hanefi
Avcı, derin organizenin askerî ayağını Veli Küçük'ün yönettiğini söylemişti.
Veli Küçük şimdi
tutuklu. Ergenekon davasından dolayı gözaltında tutuluyor.
İstanbul Başsavcısı Aykut
Cengiz Engin'in tabiriyle "Ergenekon
terör örgütü"nün amacı hükümete karşı ayaklanmayı
teşvik etmek. Bunun için "ses getirici eylemler" düzenlemekten yargılanıyor. Üstelik sadece Küçük değil; pek çok kişi cuntacılıktan dolayı
mahkeme huzuruna çıkarılacak. Hazırlık soruşturması üzerine konan
yayın yasağı elde edilen bulguların teşhirine izin vermiyor; ancak binlerce sayfalık doküman adliyeye intikal ettiğinde Türk tarihinin en kapsamlı çete belgeleriyle karşı karşıya kalacağımız aşikâr.
Susurluk olayı patladığında yeri göğü inleten medya ne yapıyor şimdi? Danıştay saldırısının arkasından laik-antilaik çatışmasına pimi çekilmiş bombalar yağdıran erbab-ı
kalem niçin körebe oynamayı
tercih ediyor? Susurluk olayının en efsanevi karakteri ile Danıştay saldırısının tetikçisi yan yana poz vermiş (üstelik yurtdışında poz vermiş) ve bu fotoğrafın fotomontaj olmadığı ortaya çıkmışsa niçin sessiz sedasız bir köşeye siner
gazeteci(ler)?
Susurluk gerçekten faso fisoymuş!
Demek ki
Erbakan Hoca'ya haksızlık yapılmış o gün. Demek ki aslında
protesto edilmek istenen çeteler değil, hükümetmiş.
Tansu Çiller ve
Necmettin Erbakan koalisyonunu
hedef alan güçler Susurluk
Çetesi üzerinden hükümeti hedef almış ve bir çeşit muhalefet görevini üstlenmişlerdi. O protestolara samimiyetle katılan ve derin çetelerden müşteki olan insanlara sözüm yok; tam aksine onlara saygı duyuyor, kendimi onlara yakın hissediyorum. Asıl sözüm Susurluk Çetesi'ni protesto ediyormuş gibi yapıp
siyaset sahnesinde rol alanlara. Çünkü samimi olmayanlar onlar. Neden mi? Çok basit. Dün Susurluk'u protesto için canhıraşane mücadele ediyor gibi çırpınan gazete ve televizyonlardan göz ardı edilemeyecek önemli bir kısmı bugün Susurluk'la ilgili ortaya çıkan gerçeklerde, Susurluk'un devamı olduğu anlaşılan Ergenekon örgütüne de gözlerini kapayarak kendi kendilerine karartma uyguluyorlar. Ya dün samimi değillerdi veya bugün.
Aslında gerçek başka bir şey! Bazı gazetecilerin çeteler umurunda değil. Onların düzenledikleri eylemi de ciddiye aldıklarını sanmıyorum. Bazılarının vatansever jargonuyla debelendiğini cuntacılığa sıcak baktığını; hatta onları kahraman gibi gördüğünü de biliyoruz. Konu o değil. Bazıları için hayati konu, her halükarda aktif siyasetin dinamik çarkları arasına sürükleyici roller üstlenerek bir çeşit muhalefet yapmak ve bunu yaparken de öteden beri dirsek teması halinde olduğu odaklarla bağlarını koparmamak.
Ancak dünya eski dünya değil; Türkiye de eski Türkiye değil. Nerede, ne tür dolapların döndüğü artık eskisi kadar saklanamıyor. İnsanları dilediği gibi yönlendiremeyenler, bir yandan daha hırçın ve umutsuz hale geliyor, diğer yandan da hatalı duruşlarıyla adeta suçüstü yakalanmış oluyor. .
Kamu vicdanı soruyor; daha keskin bir dille ileride daha etkileyici bir şekilde sorular yöneltecek: "Niçin gizli ve kirli ilişkiler içinde olan ve dahi devletin imkân ve kimliklerinin arkasına sığınarak iş yapan cunta organizeleriyle yeterince mücadele etmiyorsunuz?" Siz sessiz kaldıkça soruların dozu artacak. "Susurluk'ta gösterdiğin protest tavra n'oldu?" denecek. "Veli Küçük ve Alparslan Arslan aynı fotoğrafta yer almasına rağmen, nasıl olur da Arslan'ın saldırısı 'irticai kalkışma' olarak nitelenir ve hatta bu gerçekler AK Parti'yi
kapatma davasına
delil diye sunulur?" gibi sorular peşi peşine gelecek. Sorular çığ gibi büyüdükçe medya kamuoyu huzurunda ya itibar kazanacak veya tükeniş seyrine doğru ilerleyecek.
Ne olursa olsun açık ve yakın bir gerçek şu ki medya yarın bambaşka bir medya olacak. Halkın sualleri, eleştirileri, seçimleri en büyük denetim mekanizması haline gelecek. Gizlenen her gerçek medya sorumlusunun kayıp hanesine yazılacak. İzah edilemeyen her türlü ticari/siyasi ilişki çemberin daralmasına sebep olacak. Bugün "işler tıkırında" diye sevinenlerin ya da "asıl güç biziz" diye ellerini ovuşturanların daha rahat bir ortam bulamayacaklarını söylemek bir kehanet değil. Kamu vicdanından kaçarak gazetecilik yapmak artık daha zor; hatta imkânsız. Keşke herkes zamanında farkına varabilse!