“
Tarih yazmak” da sonuç olarak “tarihsel” liğin dışına çıkmadığına göre böyle bir
seçim yapma hakkımız olmalıdır mutlaka...
En kısa yoldan söylemek gerekirse, kimi zaman öyle “tarih”lerle karşılaşıyoruz ki, “Ama bu tarih bize hiçbir şeyi açıklayamadığı gibi, bizden sağduyumuzla kavrayabildiklerimizden bile vazgeçmemizi istiyor” dememek mümkün değil.
Ama arada öyleleri de çıkıyor ki, bunlar gerçekten tam da “ezber bozan” cinsinden.
İsterseniz gecikmeden, bir
tatil günü “tarih” üzerine bu feylosofça lafların ne münasebetle edildiğini açıklayayım.
Bu lafları Prof. Şükrü Hanioğlu'nun Zaman gazetesinde (22 ve 23
Kasım) yayımlanan “
Osmanlı çöküşü ve günümüz
Kürt sorunu” başlıklı iki yazısını okuduktan sonra ediyorum. Özlediğimiz (ya da “özlememiz gereken”) türden iki tarih yazısı bu.
Hiçbir zaman eksilmeyen ama son dönemde “
Kürt sorunu” çerçevesinde daha bir öne çıkan ve kullanma tarihi bir türlü geçmeyen klişelerle örülmüş “sözde tarihler”i (!) olması gereken yere yerleştiren iki değerli yazı.
Şükrü Hanioğlu'nun bu iki yazısını -tam da- “Kürt sorunu” çerçevesinde
Kürtler tarafından dile getirilen -ve de sürekli değişen- taleplerini gözden geçiren bir yazı için klavyenin başına geçtiğimde okudum. Niyetim, konunun “tarihsel” boyutuna hiç ilişmeden yakın dönemdeki seyrini değerlendirmekten ibaretti. Kendime şöyle bir “
yol haritası” çizmiştim:
Etnik temeldeki hak talepleri genelde sırasıyla “kültürel”, “idari” ve nihayet “politik” nitelikte talepler olarak ortaya çıkıyordu. Ama bu taleplerin adresi olan merkezi otorite iş daha “kültürel” evredeyken hiddetlenirse, talepler zincirinin hemen ikinci halkası gündeme geliyordu. İkinci halkaya geçildiğinde ilk halkayı oluşturan “kültürel” hakların artık hiçbir ağırlığı kalmıyordu. Dolayısıyla, merkezi otoritenin -ikinci halkaya geçildikten sonra- ortaya atılıp “Kusura bakmayın, kültürel haklarınıza ilişkin taleplerinizde haksınız, buyurun konuşalım” demesinin de hiçbir anlamı kalmıyordu. Kalmıyordu, çünkü
tren yürümeye başlamıştı bir kere... İkinci ve üçüncü halka arasındaki ilişkinin de benzer şekilde kurulduğunu söylemek yanlış değil. Yani, “idari” nitelikteki taleplerin duvara çarpması sonucunda da üçüncü halkaya ulaşılıyordu.
Bu “halkalar tarihi”ni(!) Kürt sorunu çerçevesinde sınayabiliriz pekâla.
Kısaca hatırlayacak olursak:
Önce “Kürt” yok; ardından “Kürt” var ama “
Kürtçe” yok; sonra “Kürtçe” var ama benim değim gibi var; ve tabii bu arada “idari ademi merkeziyetçiliğin” adını anmak bile söz konusu değil...
Görüyorsunuz: Bir dönem öne en çok çıkan “kültürel” hak talepleri bugün Kürtleri heyecanlandırmaktan çok uzak. Söz konusu hakları bugün daha derli toplu tanısanız bile derde deva değil çünkü dönüp ona
bakan kalmadı artık. Demek ki her şey zamanında anlamlı.
Bugün hâla kapağı kaldırılmayan “idari” düzenlemeleri bekleyen sonun da aynı olacağını söylemek yanlış olmasa gerek. Çünkü hâlâ, “üniter yapı” modeli içinde kalınarak öngörülecek ve ademi merkeziyetçiliği esas alacak bir idare reformundan söz etmek bile memnu.
Dolayısıyla, diyelim ki “
akıl” avdet etti ve böyle bir reformun hiç de fena olmayacağına karar verildi.
Bana sorarsanız, zamanında öngörülmeyen bu reform da artık hiç kimseyi heyecanlandırmayacak, sıra üçüncü halkaya gelecektir.
Şükrü Hanioğlu, sözünü ettiğim yazıların ilkinde, Osmanlının çöküşünü anlamaya çalışırken sözü “iç dinamiklerin önemi”ne getirip şöyle devam ediyor:
“1804/13
Sırp İsyanı ve bilhassa
Yunan Ayaklanması ile başlayan gelişmeleri ele alacak olursak karşımıza çıkan tablonun bir tarafında görülen, değişen değerlere ve onlar çerçevesinde merkeze yöneltilen isteklere karşı, bunlara ciddi sorunlar yaratana kadar kayıtsız kalan, plânlı
siyasetlerle zamanında
cevap vermeyen bir idare anlayışıdır. Bu anlayış söz konusu noktaya varılana kadar sorunları yok sayma, onların aslında olmamaları gerektiğini
savunma, dolayısıyla da siyaset üretmeyi değil meselenin adını koymayı dahi 'yok yere gâile çıkaracak
eylem' telâkki eden bir yaklaşımı ihtiva eder.”
Haksız mıyım; “İşte özlediğimiz tarih” derken haksız mıyım?