Washington'da
Türkiye kökenli
sivil toplum kuruluşlarının en seçkinlerinden biri olan Rumi Forum vasıtasıyla ülkemize gelen bir grup Amerikalı ile sohbet ediyorduk. İçlerinde profesörler, ilahiyatçılar, barış aktivistleri, Hıristiyan ve
Müslüman din adamları bulunan seviyeli bir gruptu.
Birçok renkli entelektüel konunun yanı sıra Türkiye'nin sıcak gündemi üzerine de konuştuk. Uzun bir konu listesi çıktı:
Ergenekon ve parti
kapatma davaları,
demokrasiye karşı kurulan tuzaklar, özde demokrasi karşıtı olduğu halde milleti demokrasi düşmanı ilan eden çevreler, ABD'nin
imajı ve Batı'nın
Ortadoğu siyaseti, vb.
Türkiye'nin içinde ve yakın çevresinde yaşanan büyük krizleri anlatırken, birden muhataplarımızın bize göre bayağı şanslı olduklarını düşündüm. Gerçi 11 Eylül'ün oluşturduğu travma,
Irak ve
Afganistan savaşları ve ekonomideki başaşağı gidiş nedeniyle bir süredir hiçbir sade
Amerikan vatandaşı kendini mutlu hissetmiyordu. Art arda şirketler batıyordu.
Petrol ticareti yapan şirketler kârlarını koyacak yer bulamazken, sade insanların en önemli lüksleri olan petrole ödediği
fatura her gün biraz daha kabarıyordu. Genel olumsuz imaj nedeniyle yurtdışına gittikleri birçok yerde
hedef olma endişesi taşıyor, tanıştıkları muhatapların yüzünde beliren olumsuz havayı mutlaka hissediyorlardı. Irak Savaşı'na giden süreçte yaşananlar yüzünden kendi medyalarına güvenleri sarsılmıştı. Gerçi hâlâ Ebu Gıreyb gibi büyük skandalları ortaya çıkaran, kendi medyalarıydı.
Bush yönetiminin izlediği politikalar her düzeyde kıyasıya eleştiriliyordu. Ama gittikçe daha fazla Amerikalı, bilgi kaynağı olarak
Le Monde veya
Guardian gibi
Avrupa kaynaklarına müracaat etme gereği duyuyordu.
Yine de onlara şanslı olduklarını, hataları tartışmaya ve düzeltmeye imkân veren demokrasiye sahip olduklarını söyledim. 11 Eylül'den sonra eski konforlu günleri bir nebze geride kalmış olsa da
Kanada ve
Meksika gibi istikrarlı ülkelerle sınır paylaştığını; bizim ise en büyük krizlerin yaşandığı
bölgenin göbeğinde,
İran ve Irak gibi komşularla yaşadığımızı hatırlattım.
Bu yaklaşım onları ne kadar teselli etti bilemiyorum, ama geçekten şanslıydılar. Bu ülkede yaşayanlar, bir süredir
parti kapatma ve Ergenekon davalarının paletleri altında soluk alıp veriyordu. Belki birçoğumuz "Bu hadiselerin baskısı biraz hafifledi, şimdi
tatile çıkabiliriz" diye düşünmüş olabiliriz. Ama öyle ateşi yüksek bir bölgede yaşıyoruz ki, işte
Gürcistan'da
Rusya ile üyesi olduğumuz NATO'yu
boğaz boğaza getirecek büyük bir olay yaşanıyor. Hızla kendini toparlayan Rusya, Batı'nın kendine yaptığı muameleden, adam yerine konulmamaktan, NATO'nun sürekli rağmına gelişmesinden çok çok rahatsız. Hem
Ukrayna ve Gürcistan gibi ülkelerin NATO ile münasebetleri hem de Washington'ın kurmaya çalıştığı
füze kalkanı sistemi, ilişkileri ziyadesiyle germiş durumda. Rusya'nın her açıdan desteklediği, ayrılıkçı
Güney Osetya'ya karşı Tiflis'in başlattığı askerî harekâtın, bölgemizi ve Rusya-NATO ilişkilerini nereye taşıyacağını bilemiyoruz. Bir yanda genel seferberlik ilan eden ve bir an önce NATO üyesi olmayı arzulayan Gürcistan Devlet Başkanı Mihail Saakaşvili'nin genel seferberlik ilanı, diğer yanda baştan beri Batı'nın politikalarından rahatsız olan Rusya Başbakanı Putin'in "Bu tavır
cevapsız kalmayacaktır." çıkışı. Bütün dünya başkentleri ayakta. Kafkaslar'la sınır, kan ve kültür ortak paydalarına sahip bir bölge ülkesi ve Rusya ile iyi ilişkileri olan bir NATO üyesi olarak istesek de bu krizin dışında kalabilir miyiz?
Tek sorun Osetya olsa... Hemen yanı başımızda İran krizi var. Bu sıcak dosyayı izleyen hiçbir gözlemci, yeni ABD Başkanı'nın göreve başlayacağı 5-6 ay içinde bir saldırı ihtimalini göz ardı etmiyor. Washington'da ve bazı başka başkentlerde bunun için tüm gücünü seferber etmiş lobiler tatil yapmıyor. Tahran'ın uluslararası toplumun son önerisine de zamanında cevap vermemesi elbette bu riski artırıyor. Bu sürecin çatışmaya dönmesi durumunda, İran'ın rahatlıkla etkileyeceği Irak,
Lübnan ve
Suriye gibi yerlerde neler olabileceğini insan tahmin bile etmek istemiyor. Üstelik bu krizin baş aktörlerinden biri olan İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad'ın 14 Ağustos'ta İstanbul'a gelmesi bekleniyor.
Türkiye'de yaşanan tuhaf olayları, dünyada ve özellikle bölgemizde yaşanan güç mücadelesinden ayrı görüyorsanız, çok yanılıyorsunuz. AK Parti'yi Batıcılıkla suçlayıp İran'la ittifaktan
Şanghay İşbirliği Örgütü üyeliğine Türkiye'ye yeni bir eksen öneren çevreler ile Ergenekon arasında bir bağ yok mu? Ergenekon operasyonuna karşı tek tepkinin geldiği Moskova'da
basın toplantısı yapan Aleksander Dugin'in
Veli Küçük için hangi sıfatı kullandığını hatırlayın. Ergenekon'un karakutusu eski Jandarma
İstihbarat Dairesi Başkanı
emekli Tuğgeneral Levent Ersöz'ün hangi ülkede firari olduğunu düşünün.
Türlü türlü yerel yansımaları olan bu küresel güç mücadelesini rayına oturtma potansiyeli taşıyan tek somut önerinin Moskova'dan, çiçeği burnunda yeni
Kremlin sakini Medvedev'den geldiğini hatırlatıp detaylarını yazmayı sonraya bırakalım. Keşke tatil yapmaya müsait bir ülkede yaşıyor olsaydık...