Birinin size,
altın kupalar kazanma uğruna evlerinden koparılacak, üstünkörü eğitime razı olacak, kölece işleri yapmaları için kamplara sokulacak ve sürekli talim yapacak yetenekli gençleri bulmak için bütün ülkenin tarandığını söylediğini farz edin. Bulunan gençlerden şanslı olanların işverenler tarafından alınıp satıldığı bir kontrat sistemine bağlandığı... Hatta çok parlak olanların çok iyi para kazandığı... Ama ikinci sınıftan olanların daha 30’larında kendisini posası çıkmış ve işsiz olarak bulduğu... Vincent Hana’ya göre bu, başka bir sanayide olsa ağır
protesto uğultularına neden olacaktı.
Lâkin söz konusu sanayi,
spor olunca nedense durum değişiyor. Özellikle 21’inci yüzyıl
futbolunda insan unsuru tamamen ikinci plana düşmüş, “
Kazan; her ne pahasına olursa olsun kazan; vur-kır-parçala kazan; öl-öldür kazan;
hile yap-aldat kazan” anlayışı vücudumuzun her hücresine sirayet etmiş durumda... Bu sağlıksız düşünme biçimi, yani futbola (ya da tuttuğumuz
takıma) gereğinden yüz kat fazla anlam yükleme hastalığımız, bir haftadır gündemi meşgul eden
şike soruşturmasını da doğru değerlendirmemizi engelliyor gibi...
Aslında herkes, her şeyden önce (takımının hafta sonu oynayacağı maçı kazanmasından da önce) yaşadığı sokakların güvenli olmasını talep ediyor. Kimse mahallesinde
soygun,
tecavüz,
gasp yaşansın istemiyor. Hatta tecavüzcü, gaspçı bile memnun değil; tecavüzün gaspın hayatımızın ta içinde olmasından! Herkesin sokakların güvenli olmasına ihtiyacı var, o sokakları güvensiz hale getirenlerin bile...
Süper Lig’deki şike soruşturmasını da basitçe bu açıdan okumak lazım. Bugünkü şüphelilerin isimlerinin bir önemi yok, çünkü bugünün şüphelileri dahi yarının mağdurları olmak istemiyorlar. Onlar da öncelikle Türk futbol mahallesinin yüzde yüz güvenli olmasını diliyorlar, o mahalleyi bizzat kendileri güvensiz hale getirmiş olsalar bile...
Ve tabii ki sokaktaki makul Fenerbahçelinin de, Beşiktaşlının da, Galatasaraylının da esas talebi (darağacında dahi) tuttuğu takımın menfaati değil, (darağacında dahi) güven, (darağacında dahi)
adalet!
Sokaklarda güvenle yürüyebilmenin, üç puandan daha önemli olduğunun anlaşıldığı âdil bir dünya dileğiyle. İyi haftalar.
Zamanlamam manidar (mı?)
Belki de son zamanlarda en çok güldüğüm
internet sitesi zaytung.com, “zamanlamanın manidarlığı” paranoyamızla çok şık dalga geçmişti geçenlerde:
Elindeki çok önemli belgeleri açıklamaya hazırlanan
muhalif gazeteci, zamanlamasının manidar olmaması için 14 senedir bekliyor! Ardı ardına patlak veren
ÖSYM ve YSK skandalları, terörün tırmanışı,
Ergenekon süreciyle ilgili olarak yaşanan sert tartışmalar ve
seçim öncesi alevlenen siyasi kavgalarla oldukça sıkıntılı günler geçiren Türkiye’nin artan kırılganlığının son kurbanı, muhalif kimliğiyle tanınan araştırmacı gazeteci Ersin Özbükey oldu. Elinde bazı konular hakkında çok önemli ve sarsıcı belgeler bulunduğunu belirten Özbükey, “Zamanlaması oldukça manidar” demesinler diye bunları 14 senedir kamuoyuna açıklayamamaktan şikâyetçi...
Okuduğunuz satırların yazarının başına gelen de aşağı yukarı bu! Bir haftadır
elektronik posta kutum, neden şike soruşturmasıyla ilgili yazmadığımı merak eden mektuplarla dolu...
İki nedenim var: Birincisi, yaklaşık bir aydır Türkiye’den 10 bin kilometre mesafede, Los Angeles’tayım. Yani gündemi ancak internetten takip edebiliyorum.
İkincisi de, ligin bitmesiyle birlikte başladığım (18 bölümlük)
sezon değerlendirmesi yazı dizisi ancak dün tamamlandığı için şike soruşturması konusunu ele alma fırsatı bulamadım. Yani herhangi bir manidar zamanlama tercihi söz konusu değil!
Küçük bir not: Önümüzdeki
Perşembe gününden itibaren de bu sütunda takım takım
transfer değerlendirmeleri başlıyor...