Eski bir öğrencim olan
Ufuk; iktisatçılığı rafa kaldırıp, kendini
felsefe ve kitapçılığa vurmuş olduğundan, yeni çıkan kitapları taşır durur.
Geçenlerde; Halide Edip Adıvar'ın, Can Yayınları arasından çıkan "Çaresaz" başlıklı bir romanını getirdi.
Halide Edip, çok yakın olduğum bir insan. Çocukluğumda; Adnan Adıvar'la birlikte yaşadıkları, Laleli'deki evin çalışma odasındaki ayı postunun üzerinde, çok uyumuştum. Hatta rivayet olunur ki; adımı da Sinekli Bakkal romanındaki bir kahramandan, Toktamış Han'dan almışım. Daha sonra; biraz palazlanınca da, inanılmaz tavla partilerimiz olmuştu. Bu çok önemli iki kişinin, Adnan ve Halide Edip Adıvar'ın o güzelim evlerinin, bir müzeye dönüştürülememesi ve acayip bir işyerine; daha doğrusu, hana dönüştürülmesi çok yazık...
Evet, Halide Edip'e bu kadar yakın olmamıza karşın, "Çaresaz" adında bir romanı olduğunu hatırlamıyordum. Daha sonra, bu ince romanın "giriş"ini okuyunca; bunun, "Akile Hanım Sokağı" başlıklı romanıyla birlikte yayınlanmış olduğunu öğrendim. Akile Hanım Sokağı'nı, çok gençliğimde okumuş olmama karşın, bu "Çaresaz"ı unutmuşum. Okuyunca da anımsamadım.
Benim bugün üzerinde durmak istediğim konu; "sunuş"ta yer alan şu satırlar olacak: "...Bu yayında metnin yazarının hayatta iken yapılan ilk baskısı, yani
Cumhuriyet gazetesindeki tefrika esas alınmıştır. Yazarının özgün diline ve üslubuna bağlı kalmak için, herhangi bir sadeleştirme yapılmamış, gerekli görülen yerlerde kelimelerin anlamları aynı sayfanın altında verilerek
okuma kolaylığı sağlanmaya çalışılmıştır..."
Buraya kadar sorun yok ama sayfa altlarında anlamı verilen sözcükleri okuyunca "insaf" dedim. Daha ilk sayfada, karşılıkları verilen sözcükler arasında; "muhabbet", "ihtiras", "muntazam", "vaziyet" vs. vardı. Acaba günümüz gençleri, bu sözcüklerin karşılıklarını bilmiyorlar mıydı?
"Halis"in karşılığı, "karışıksız, saf" imiş; "sual" "soru" demekmiş. "Vaziyet"in karşılığı "durum"muş. "Tebessüm"ün karşılığı "gülümseme"; "ihtimalin" karşılığı "olasılık"; "alakadar etmenin" karşılığı "ilgilendirir" oluyormuş. Gençlerimizin; "muazzam"ın karşılığını da bilmedikleri düşünüldüğünden, "çok büyük" olarak açıklanmış. "Cins"in karşılığı "çeşit" olarak verildiğine göre; günümüz gençlerinin bu sözcüğü de bilmediği varsayılmış herhalde...
İnanın, kitabı daha doğrusu; sayfa altlarındaki "karşılıkları" okudukça sinir bastı. Öğrenciyle haşır neşir bir insan olduğumdan gençlerimizin bazı sözcülerin günümüz dilindeki karşılıklarını bilmemelerine şahit oluyordum ama artık bu kadar da değil. Eğer
Türkçemizdeki; "meşguliyet, mecburiyet, münakaşa, münasebet, irade, vaziyet vb." gibi sözcükler, yeni nesiller tarafından anlaşılmıyorsa, çok uzak olmayan bir gelecekte işaret diliyle konuşacağız ve anlaşacağız demektir.
Xxxxxxxxxxx
"Dilimizi,
yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmak"; Atatürk'ün, "Bir ulus yaratmak" projesinin en önemli yönlerinden biriydi. Gerçekten;
Osmanlı İmparatorluğu'ndan "çok uluslu" ve dolayısıyla; "çok dilli, çok dinli, çok mezhepli vb." bir mirası devralan Cumhuriyet bu karmaşık yapıdan, "anayasal vatandaşlığa" yani "anayasal Türklüğe" dayanan bir yapı oluşturmanın çabasına girince; öncelikle dildeki karmaşayı çözmenin gayretine girdi. Bugün, bir "devlet dairesine" dönüştürülen "
Türk Dil Kurumu"nu, bağımsız bir
dernek olarak kurarak mirasının önemli bir gelirini bu kuruma bıraktı. (Bu konudaki bir başka çaba da ortak bir tarih oluşturmak amacıyla Türk
Tarih Kurumu'nun oluşturulmasıdır.)
Atatürk'ün çabası ve umudu; dilimizdeki karmaşıklığı sona erdirmek ve herkesin anlayabileceği bir dil oluşturmaktı. Fakat işler öyle bir noktaya ulaştı ki; her nesil, kendinden bir önceki nesli anlamaz hale geldi. Atatürk'ün asla böyle bir amacı yoktu.
Kendi adıma ben dilimizin "özelleştirilmesini" ve "sadeleşmesini" tüm kalbimle ve tüm yaşamım boyunca destekledim ama kuşaklar arasındaki bu kopukluk, beni müthiş rahatsız etmeye başladı. Ancak bunun da, galiba kendince bir mantığı var. Bazı sözcükler için "asla tutmaz" ve "halkımız bunu benimsemez" diyorsunuz; bakıyorsunuz herkesin dilinde bu sözcük...
Bundan yıllarca ve yıllarca önceydi. O zamanlar, dilde sadeleşmenin bayraktarlığını yapan Nurullah Ataç'ın bir denemesini okumuştum.
"Özgürlük" diyordu, "Hürriyet'in karşılığıdır." Daha sonra örnekler veriyordu. "Özgür insan, hür insan demektir" vs.
Bir gün sonra, okula gittiğimde bu sözcüğü bilen olup olmadığını araştırdım. Hiç kimse duymamıştı. Hatta aramızda oyun olmuştu. "Ben özgürüm, sen özgürsün, o özgür..." vb. tekerlemelerle dalga geçiyorduk.
Derken, 27
Mayıs 1960 devrimi geldi. Ve herkesin ağzında
özgürlük sözcüğü...
Kendim yaşamasam ve başkalarından duysam inanmazdım.
Xxxxxxxxxxxx
Tüm yaşamım boyunca dilde özleşmeyi savundum ve Türkçe sözcükler kullanmaya çabaladım. Ancak bugün ulaştığımız nokta; bazı bakımlardan beni tatmin etmiyor. Dilimizi sadeleştireceğiz derken, eğer Türkçemizi fukaralaştırıyorsak; amacımızın çok uzağına düşmüşüz demektir. Ve bir ulusun dilini bozarsanız; ulusun temel yapısına, onarılması güç bir
darbe vurursunuz. Bu, sadece bir ülkedeki "
resmi dil" için değil; o ülkede konuşulan tüm diller için söz konusudur.