Devletin istihbarat
örgütünden
teklif alıp da reddetmiş '
gazeteciler' kervanına bir isim daha katıldı:
Hıncal Uluç... Kıdemli gazeteci, meslek hayatının başlarında, üç kuruşun hesabını yapar ve yurtdışı geziler için vize peşinde koşarken almış teklifi...
Cezayir'de bir
gençlik toplantısı varmış... O toplantıya katılanları ve neler konuştuklarını
rapor etmesi karşılığı bin dolar vereceklermiş... Hıncal'ın maaşı dört dolarmış o zaman... "
Pasaportum yok" dediğinde, "Lâfı mı olur, ömür boyu geçerli pasaport veririz" demişler.
20 yaşındaki Hıncal Uluç
akşam babasına açmış konuyu... Baba Fuat Uluç bir asker; ailenin '
Arslan Amca' diye andığı
Alparslan Türkeş'in de yakını... Konuyu bütün boyutlarıyla öğrenen baba oğluna şu aklı vermiş: "Bak oğlum. Nerden bakarsan bak, senden istedikleri
ajanlık. Yani bir nevi
casusluk.. Bu damga alnına bir kondu mu, bir daha ağzınla kuş tutsan silinmez. İstersen vatanı kurtar, hayat boyu 'ajan, casus' damgası ile yaşarsın. Kimse sana güvenmez. Kimse sana inanmaz..
Hayat boyu dostun falan olmaz.. Öyle itilir, k
akılırsın.. Ona göre karar ver.."
Gerisini Hıcal Uluç'un dünkü yazısından okuyalım: "Verdim tabii.. O kararım hiç değişmedi.. / MİT, MİT'liğini, gazeteci gazeteciliğini yapmalı.."
Bugüne kadar benim dikkatime çarpan üç teklif ifşaatı oldu: 2000 yılında
Tufan Türenç
Hürriyet'te, geçen hafta
Reha Muhtar Vatan'da, dün de Hıncal Uluç
Sabah'ta kendilerine yapılan teklifleri açıkladılar...
Gazetecilik mesleğinde, ister haber peşinde koşun ister çalışma odanızın sükûneti içerisinde günlük yazınızı yazın, farketmez, kendi bilgisi ve aklına değil de sağdan-soldan verilen bilgiler ve tüyolara güvenenler hep yaya kalmışlardır. Kullanılmayan bilgi unutulur, akıl paslanır; hazır malzeme ise gazeteciyi tembelliğe sevk eder.
Daha da önemlisi, güvendiğiniz dağlara kar yağabilir, çığın altında kalabilirsiniz... Ele güne mahçup olmak da cabası...
Okuduysanız, Çetin Emeç'in gazetecilik hayatının en 'korkunç' hatasını dün burada sergilemiştim.
İstihbarat örgütü tarafından verilen birkaç fotoğrafı kendine yarayacak biçimde yayımladı diye, aynı örgüt, bu defa
rakip gazeteyi kullanarak, kendisini rezil edivermişti. Rahmetli, birkaç gün sonra yazdığı (20 Temmuz 1987) bir yazıyla uğradığı ihaneti açıklamış, "İstihbarat örgütleri böyledir" demişti, "Büyük kardeşe büyük,
küçük kardeşe küçük pay ilkesiyle çalışırlar; Hürriyet büyük gazete olduğu için oradan esas haberler bize gelir."
İhanete uğramalar,
doğal olarak, hep 'büyük kardeş' konumundakilere oluyor. Hiç unutmadığım örneklerden biri, Abdullah
Öcalan'ın Şam'dan ayrılıp başkentler arası dolaşıma girdiği günlerde medyaya yansıyan istihbarat kaynaklı saptırma haberlerdir.
Dışişleri Bakanlığının o günlerdeki (
Şubat 1999) müsteşarı, Hürriyet yazı işleriyle gazetenin
Ankara Temsilcisini bakanlığa çağırır ve Öcalan'ın Şam'dan ayrıldıktan sonraki kaçış serüvenini anlatır. Kamuoyunu doğru bilgilendirmek için...
Hürriyet'te bu anlatımın çıktığı gün (2 Şubat 1999), bu defa devletin istihbarat örgütünün başı, ikisi Hürriyet biri Sabah mensubu üç gazeteciyi çağırıp 'kaçış serüvenini' bir de kendi ağzından anlatır. Hürriyet 3 Şubat (1999) günü, istihbarat örgütünün en tepe yöneticisinin müjdesiyle düzenlemiştir
manşetini: "Apo'yu Rusya'ya kilitledik..."
15 Şubat (1999) tarihinde yakalanınca öğrendik ki,
Abdullah Öcalan, Hürriyet'te "Rusya'ya kilitlendi" manşet haberinin çıkmasından tam bir hafta öncesinde Kenya'ya gitmiş,
Yunanistan Büyükelçiliğine yerleşmişti bile...
Hürriyet bu büyük aldatılmayı nedense sineye çekmek zorunda kaldı.
Aslında Öcalan'ın Kenya'da yakalanıp getirilmesi sürecinde devletin istihbarat örgütünün medya ile kurduğu ilişki tarzı, neden bu iki mesleğin olması gerekenden daha yakın durmamasının da çok çarpıcı bir örneğini teşkil ediyor.
Gazeteler ve gazeteciler açısından herkesin merak edip konuştuğu bir konuda okura rakiplerden daha fazla bilgi sunmak mesleki açıdan önemli; istihbarat örgütü açısından ise, gazetelerin bu beklentisini doyururken göz önünde tutulacak tek bir ölçü var: Öcalan'ı ülkeye getirecek operasyonun başarısı...
Okur gazetesinden doğru haber beklerken, vatandaş da vergileriyle desteklediği istihbarat örgütünden başarılı operasyonlar bekler... İstihbarat örgütü operasyonlarının başarısı ise bazen gazetelerde hedefi yanıltıcı haberler çıkmasıyla sağlanır...
İki meslek arasındaki ilişki çoğu zaman gazetecilik etiğinin kaldıramayacağı bir düzlemde cereyan eder sizin anlayacağınız...
Dinç Bilgin ile
Ergun Babahan'ın yakın geçmişle ilgili tanıklıkları, Sönmez Köksal'ın Sabah'tan Sevilay Yükselir'e anlattıkları bana bunları hatırlattı işte...