Demokrasiler ile askeri rejimler arasındaki en büyük farklardan biri, ilkinin şefkatli, ötekinin intikamcı olmasıdır... İlki yapılanları unutmasa da unutmuş görünür, öteki asla unutmaz...
27
Mayıs (1960)
darbesinin ardından 'köpek
davası' ve 'bebek davası' dahil yüzlerce dava görüldü
Yassıada'da; insanlar "Kuyruklar" diye aşağılandı. 1950-1960 döneminde sorumluluk taşıyanlar uzun süre siyasi haklarından mahrum edildiler...
Benzer bir durum 12
Mart (1971) darbesi sonrasında da yaşandı.
Avrupa'ya
işçi göçü 1960'larda başlamıştı, ama
beyin göçü 'siyasi
sığınmacı' kimliğinde 1970'lerde Avrupa ülkelerinin kapısına dayandı. O dönemde açılan davalardan hâlâ sonuçlanmayanlar var.
Aynı durum daha da genişleyerek 12
Eylül (1980) darbesince yaşatıldı.
Oysa 1950'de uzun sürmüş bir tek-parti
iktidarını deviren DP'nin sloganı, geçmişin hesabının sorulmayacağını ilân eden "Devr-i sabık yaratmayacağız" idi. Eşref Edib'in 'Kara
Kitap' adlı eserinde sosyal, Ahmet Gürkan'ın 'İsmet Paşa'nın Beytülmali' kitabında mali boyutları sergilenen yanlışlıkların üzerine gitmedi DP iktidarı...
Yapılanları unutmuş göründü, hesabını sormadı. DP sözcüleri muhalefetin şirretliği dayanılamaz hale geldiğinde hatırlattılar eski dönemde yapılanları; o kadar...
Referandumla (
12 Eylül 2010)
halk tarafından yargıya görev verilene kadar 1960, 1971, 1980 ve 1997 askeri müdahalelerini gerçekleştirenlerin üzerine gitmedi hiçbir siyasi iktidar; o dönemlerde yapılan uygulamalardan
mağdur olanlar hakkını arayamadı.
Unutmayalım: Darbeciler hesaplarını özel mahkemelere
havale ediyorlardı. Yassıada Mahkemesi hukuk sistemi aşılarak kurulmuştu; sonraki bütün darbelerin ardından açılan siyasi davalar savcılar ve yargıçların
subay olduğu Sıkıyönetim Mahkemelerinde görüldü.
Hiçbir siyasi iktidar, ne kadar kızarsa kızsın, rakibi siyasi partilerin kapatılmasını istemedi;
27 Mayıs (1960) DP'yi kapattı ilk...
12 Mart (1980) MSP'yi... 12 Eylül (1980)
CHP dahil hepsini... 28
Şubat (1997) RP ve FP'yi... Daha sonra 'darbe' yapılamadı, ama yine de parti kapatmaya teşebbüs edildi; iktidar partisi (Ak Parti) postu zor kurtardı.
Her darbe öncesinde askere "Gel, gel" yapan işadamları ile darbelere gerekçe hazırlayıcı haber yapanların, "Daha ne duruyorsunuz?" çağrısında bulunan yazılar yazanların davranışları da birkaç akademisyenin merakına bırakıldı. 12 Eylül darbesinin lideri Kenan
Evren, sonunda
isyan edip "Sizler değil miydiniz, kolumuzdan tutup idareye el koymaya davet eden, şimdi nasıl oluyor da dediğinizi yaptığımız için bizi eleştiriyorsunuz?" çıkışını yaptı bir kitapla; siviller yine sessiz kaldı.
Ak Parti hayli karmaşık bir dönemden sonra iktidara geldi, isteseydi önceki dönemin kirli çamaşırlarını
Meclis çoğunluğunu kullanarak ortaya dökebilirdi; bunu özellikle yapmadı. Bütün yaptığı,
demokrasiyi kesintiye uğratanlarla yargının uğraşmasının önünü açan anayasa değişikliği oldu...
Dahasını da yaptı Ak Parti lideri
Tayyip Erdoğan; son
seçim kampanyası sırasında kendisine edilen hakaretlerle ilgili olarak siyasilere ve medya mensuplarına karşı açtırdığı davaları geri çekti. Helâllaştı. Bunun önemli bir
jest olduğuna hiç kuşku yok.
Halkın yarısının desteğini almış bir siyasi kadronun yapması beklenebilecek türden hiçbir taşkınlık yaşanmadı seçimden bu yana; tam tersine, gerçekten ancak 'ileri demokrasi' ülkelerinde rastlanabilecek türden bir 'sorumluluk hissi' çöktüğü fark ediliyor iktidar partisi mensuplarının omuzlarına...
Eskiden böyle siyasi ortamlar için 'bahar havası' deyimi kullanılırdı; deyim bu defa akıllara gelmiyorsa, muhalefetin tavrından... Parti içi rakiplerle uğraşmak zorunda bırakılan CHP lideri
Kemal Kılıçdaroğlu bu yeni durumu tam kavrayamadığını belli ediyor çelişkili mesajlarıyla... MHP lideri
Devlet Bahçeli ise sanki seçim olmamış, kampanya hâlâ devam ediyormuş hissini veren açıklamalar yapıyor...
Başbakan Erdoğan'ın davaları geri çekmesinin ardından medyada güzel bir esinti fark ediliyor: Basit takılmaların yerini daha analitik, olanı izaha çalışan yazılar almaya başladı. Kimileri yanlış kişilerle omuz omuza durduğunu galiba ilk kez fark etti. Körü körüne desteklediklerinin gözlerini gerçekten kör ettiğini anlayanlar da çıkmış olmalı içlerinden...
Her devrin adamlarını hesaba bile katmıyorum; onlar şöyle bir silkinip dirsek zoruyla araya girmeye çabalıyorlar.
Çabalasınlar, hiçbir mahzuru yok; sürekli yanılttıkları okurları kendilerini okumaya devam ediyorsa, ya da okurlardan "Bizi aldattınız" nidaları yükseldiği halde patronları buna aldırmıyorsa, onlara kim ne diyebilir?
"Demokrasi şefkatli olmayı gerektirir" demiştim değil mi? Bir de bazı yanlışlıkları unutmayı...
Sizler de öyle yapın...