Priştine, Prizren, Kalkandelen, Gostivar, Ohri, Struga, Üsküp... Bir
Balkan şehrinden diğerine tabana kuvvet dolaşırken dilimden Yahya Kemal’in “Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum” diye başlayan ‘Açık Deniz’ şiirinin mısraları düşmedi...
“Her lâhza bir alev gibi hasretti duyduğum” diyor ya Yahya Kemal; bu coğrafyayı kaybetmeyle sonuçlanan sürecin sorumlusu gördüklerim için ben de karışık hisler besliyordum...
Balkan şehirlerinde dolaşırken, sadece Avrupa’daki toprakları beş milyon kilometrekareyi aşan kocaman bir imparatorluğun Anadolu’ya sığınmasıyla sonuçlanan bir büyük maceradan yenik çıkmanın manevi yükünü hissetmemek mümkün değil...
Önceki gün 73. yıldönümüydü
Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünün... Mustafa Kemal bir Balkan şehrinde (
Selanik) doğmuştu. Cumhuriyet’i kuran kadro içerisinde yakın tarihte “Elveda” çekilen Rumeli’nin değişik şehirlerinde doğmuş, kökü Balkanlar’da pek çok kişi yer alıyordu.
Prizren’de evinde ziyaret ettiğim akrabam dokuz yaşında kaybettiği babasından arta kalanları
arama serüveninde yeni bir safha olarak gördüğü bizlerle yüz yüze tanışmasının bir yerinde kendini tutamayıp ağladı. Üç kere
kalp krizi geçirmiş biriydi; eşi ve oğlu, bu yüzden, daha fazla sevinmesinden endişe duydu. Ne çare....
Aile büyükleri Rumeli’den göçmüş olanlarda, aradan neredeyse bir asır geçmesine rağmen, hep aynı soru beklenmedik ortamlarda su yüzüne çıkar: Kimim ben? Türk müyüm, yoksa Balkanlar’da varlığını sürdüren çok sayıda başka ‘ırk’ ile bir irtibatım var mı? Arnavut muyum? Makedon mu?
Boşnak mı? Torbeş mi?
“Gezinin hiç değilse bir faydası oldu, Türk olduğumuzu öğrendik” dedi bizim çocuklardan biri... Bir diğeri, “İyi de” diye
itiraz etti, “En yakın akrabamızın annesiyle tanıştık; kadın Arnavutluk’ta doğmuş,
Türkçeyi Prizren’e gelin geldiğinde öğrenmiş...”
İkisinin vardığı sonuç da doğru aslında. Balkanlar’da nefes alıp veren insanların büyük çoğunluğu, hangi kökenden gelirse gelsin,
Osmanlı geçmişi yüzünden,
Türkiye ile ve Türk olmak ile bir biçimde ilişkili olmak zorunda. Bir tanış, o çok hoş Rumeli şivesiyle, “
Bizimkiler Çanakkale tarafından buraya gelmiş” dedikten beş dakika sonra komşusuyla Arnavutça sohbete dalacaktı.
Bizimkiler ticaretle iştigal eden bir
aile; bu yüzden ailenin erkekleri bölgede konuşulan bütün dilleri bilirdi. Buna karşılık kadınlardan Türkçe dışında bir dil bileni hatırlamıyorum. Anneannem... Onun annesi... Tek bildikleri dil, o
tatlı Rumeli Türkçesiydi...
“Padişah’ı gördüm, nah bu ka gözleri vardı” demişti bir keresinde iki elinin baş ve işaret parmaklarını birleştirerek ailemizin bir büyüğü... Anneannem? Onun annesi? İkisi de olabilir. Çok sonraları, Sultan Reşad’ın 1911’de Prizren’i de içine alan bir Balkan turuna çıktığını öğrenince doğru hatırladığını anlayacaktım.
Sultan Reşad’ın katıldığı dedesi Murad Hüdavendigâr’ın Priştine’deki türbesinin bulunduğu alanda kılınan cuma namazına yerel halktan onbinlerin koştuğunu gösteren fotoğraflar Meşhed’teki
TİKA binasında sergileniyor.
Kimlerden oluşuyordu o onbinler? Türk müydüler, Arnavut mu? Yoksa birbirine sırt sırta uzanan Balkan coğrafyasının diğer köşelerinden Boşnaklar, Makedonlar da gelmiş miydi? Türkler Anadolu’dan göçmüş ‘evlâd-ı fatihan’ torunları mıydı, yoksa etnik ayrımcılık yapılmayan bir imparatorluğun kendilerini ‘Osmanlı’ anlamına ‘Türk’ bilen unsurları mı?
Büyük ailemizin anneannesi Arnavutluk’ta doğmuş Priştine’de yerleşik unsurlarının en genci, onbeş yaşındaki lise öğrencisi kızımız, “Onu bunu bilmem, ben Türk’üm” dediğinde etraftaki herkes güldü, başlarını sallayarak...
“Doğru” anlamına bir gülüş, bir baş sallayış mıydı bu, yoksa “Ne önemi var?” anlamına mı?
Yahya Kemal’in “Duydum, akıncı cedlerimin ihtirâsını, / Her yaz, şimâle doğru asırlarca bir
koşu, Bağrımda bir akis gibi kalmış uğultulu...” mısralarına yansıttığı melâli daha iyi anlayarak döndüm kişisel Balkan gezimden...