Halbuki benim yazımın konusu
Ertuğrul Özkök'ün Nur Vergin'i eleştirmesi değildi.
Nur Vergin'in kendisinin anlattığı olgulardı:
"Ne para pul, mevki düşkünlüğüm, ne AKP 'yalakalığım', ne CIA ajanlığım, ne de cahilliğim kaldı.
'Hedefteki kadın' oluverdim..."
Vergin'le mülakatı yayımlayan
Vatan gazetesi ve Vergin'in kendisi böyle bir
mail ve
telefon yağmuruna tutulmuştu. Benim yazımın konusu buydu.
'Linç' kelimesini mecazi anlamda kullandığım da açıktı.
Özkök yazısında "Taşla recm ederek mi
linç etmişiz?.. Elimizdeki
sopa ile vura vura yağlı ipi boynuna geçirerek mi linç etmişiz?" diye soruyordu!
Dün ve bugün dindarlara hiç
baskı yapılmadığını da yazıyordu.
Taşla recm etmek!
Din ve vicdan özgürlüğüne baskılar konusunda
Mete Tunçay ve
merhum Bülent Tanör gibi sol eğilimli ve seküler akademisyenlerin yazdıklarını hatırlatmakla yetiniyorum.
Geçmiş geçmiştir, bugün için önemli olan, zihinlerde oluşmuş algılama ve ona bağlı davranış biçimleridir; yıllardır süren
tartışmanın sebebi de budur.
Yakup Kadri 1948'de yazdığı Panorama adlı muhteşem romanında seçimlerle sandıktan irticanın çıktığı, yobazların inlerinden fırlayarak ilericileri kıtır kıtır kestiği bir Türkiye'yi resmediyordu!
1950'de iktidara gelen
Demokrat Parti öyle miydi?!
Nur Vergin'in ifade özgürlüğünü savunmakla
Taliban ve Vahabi rejimleri arasında bağlantı kurmak ya da böyle çağrışımlar oluşturmak da bu algılama tarzıyla ilgili olsa gerek.
Büyük muhafazakâr kitlenin öyle bir rejim istediğine dair bilimsel bulgular mı var?
Recm cezası getirmek için mi AB'ye girmek istiyorlar?!
Hayır, tam aksine, muhafazakâr kesimde modernleşmenin etkilerini kanıtlayan bilimsel araştırmalar var.
Yoksa "taşla recm eden" veya "sopalarla vurarak boyunlara yağlı ip geçiren" bir rejim isteyenler liberaller miydi?!
Bu derin 'irtica' korkusu "savunmacı otoriteryen" denilen baskıcı bir kültür ve davranış oluşturmuştur.
Hangi
özgürlük?
Elbette Türkiye'de ibadetlere kimse karışmıyor; tam bir özgürlük vardır. Ama tartışma, "mabet ve vicdan" içinde kalan ibadetlerden değil, dini muhafazakârlığın toplumda görünür hale gelmesinden çıkıyor.
AİHM içtihatlarına göre, dinin toplumsal görünürlüğü demokratik bir haktır.
Dinin toplumsal görünürlüğünün laik yaşantı üzerine baskı kurmamasına özen göstermek, laikliğin getirdiği özgürlükleri savunmak demokratik bir tavırdır. Ama aynı
demokrasi, laik elitlerin muhafazakâr hayat tarzları üzerinde baskı kurmasına, onları aşağılamasına karşı çıkmayı da gerektirir.
Türkiye'deki jargonlara bakın, aşağılayıcı terimler ve "öteki"ne karşı kibirli tavırlar en çok hangi kesimlerde; görürsünüz.
Şu mesele önemlidir: Türkiye'de dinsel görünürlüğün arkasında Taliban mı, yoksa modernleşme mi vardır? Modernleşme yani şehirleşme, eğitim, meslekleşme, dışa açılma, piyasa ekonomisi, merkez-kenar farkının aşılması...
Bu meseleyi özgürce ve bu düzeyde tartışmak faydalıdır.
"Bizler" ve "ötekiler" kamplaşmasına dayalı bir tartışmayı doğru bulmam.
İnanıyorum ki, hoşgörü ve empati her ideolojiden değerlidir.