Bizler Mülkiye’de öğrenciyken, işkence polisliğin şanındandı.
Dayak cennetten çıkma, kötü muamele mesleğin gereğiydi...
Öğrenci olayları olacağı zaman Siyasal’ın önündeki sözde ‘seyyar satıcılar’ın sayısı artar, simitçinin gözleri dört açılırdı. Bilirdik ki kötü şeyler olacaktı. Olay günü göstericilerin kâbusu olacak
sivil bir
dolmuş belirirdi Hukuk’la Siyasal arasında. Ve gözaltına almalar... Saçından tutulup yerde sürüklenen kızlar, “faşizme hayır” diye haykıran oğlanlar... Bir de okulun içine kaçanlar... Sivil polisler peşlerinden seyirtirdi. Artık tuvalette mi yakalar, yoksa sınıfların birinde mi,
Allah bilir.
Bir seferinde yine gösteri vardı bahçede. Sınıftan bir arkadaşı olayların heyecanına kapılmış, elleri
yumruk bahçeye yönelmiş görünce durdum. Birkaç dakika sonra neler olabileceğini biliyordum. Ona bizlerin Mülkiye öğrencisi olduğumuzu söyledim. “Bak” dedim, “
mezun ol,
kaymakam ol,
müfettiş ol, hatta
bakan ol ve sorunları çöz. Ama bu yol yol değil”. Sözlerin yetmediği yerde kolundan tuttum, “gitme” dedim, gitmedi... Fakat gözlerindeki kızgınlık aslında ikna olmadığını gösteriyordu. İyi ki ayakları beynini dinlemedi ve gösteriye katılmadı... Katılanların bir kısmını biraz sonra koridorda kovalanırken gördük. Birkaç dakika sonra saçlarından yakalanmış halde
sivil polis minibüsüne götürülüyorlardı. Yüzleri kan revan içindeydi. Sıkı sıkıya oğlanın saçına yapışmış olan polisin yüzünde ise inanılmaz bir
öfke ve intikam duygusu vardı. Sanki saçlarına yapıştığı öğrenci en azılı düşmanıydı. Kaçanlardan bazıları Hukuk’un bahçesinde, bazıları ise
Basın-Yayın’ın koridorlarında kıstırılmış. Ben görmedim, ama görenlerin anlattıklarını dinlemeye yürek dayanmaz...
Beyaz minibüse atılanların bazıları birkaç gün sonra ortaya çıktı, bir kısmı ise onlarca gün ortada gözükmedi. İçlerinden biri var ki geri döndüğünde sanki kendisinde değildi, sonrasında da düzelmedi. İçeride neler yaşadığını bilmiyorum. Çünkü ne aşırı sol, ne
PKK ne de aşırı sağ gruplarla hiç işim olmadı.
Okul yıllarında gazeteciliğe yeni başlamıştım. Okul bahçesinde
Amerikan bayrağı yakarak dünyanın, polislere küfrederek de Türkiye’nin değişeceğine inanmıyordum. Okulda olduğum sürece ya derslerdeydim, ya da
sınavlar hariç pek de popüler olmayan kütüphanede...
Kin ve nefret sadece polislerin gözünde değildi. Solcular sağcılara, sağcılar solculara, PKK ise herkese nefret edercesine bakıyordu. Bunlar çoğunlukta değildi, hatta gösteri yapmak için Siyasal’dakiler yetmediği için üniversitenin diğer fakültelerinden, hatta diğer üniversitelerden protestocular getiriliyordu. Fakat ortamı germek için birkaç aşırı öğrenci bile yetiyordu. Özellikle aşırı sol gruplar polisin kendilerine saldırması için sanki özel bir gayret sarfediyordu. Yaşananlar öğrenci olaylarından çok
terör gruplarının ve kimliği meçhul grupların planlı
eylemleriydi. Ülkücü diye bilinen bir grup ise zaman zaman polisle koordineli olarak eylem yapıyordu.
Çetelerin bekçisi
Bu yıllarda polis organize suçlarla,
Ergenekon benzeri çetelerle değil, bu tür ‘öğrenci olayları’yla uğraşırdı. Gelişmiş bir ülkede hukukun ve demokrasinin koruyucusu olan polis, o yılların Türkiyesi’nde zorbalık düzeninin bekçisi gibiydi. Güçlü kişilere gücü yetmeyen polis, karakola düşen sıradan vatandaş için korkulu rüyaydı. Tanık olarak düştüğünüz karakolda dahi başınıza nelerin gelebileceği meçhuldü. Ülkemizde “kaçın yoksa şahit yazarlar” deyişinin yerleşmesinde bu zulmün büyük bir etkisi olsa gerektir.
1990’larda siyasi ve adi çeteler polis teşkilatının içindeydi. Ayrıca gayrimeşru zorba erkler de polisi istedikleri gibi kullanıyorlardı. Binlerce fail-i meçhul
cinayet işlenmesine rağmen polis ya bu cinayetlere ortak oldu, ya da sırtını döndü.
Polis teşkilatı hiçbir zaman büyütülmedi, Emniyet’in başı hep Genel Müdür seviyesinde tutuldu. Bütçeleri kısıtlı kaldı, kadrolar yetersiz kişilerce yönetildi ve polise tıpkı Çetin Doğan’ın söylediği gibi “Bekçi Murtaza” rolü biçildi.
Ve gerçek polis
Bugün ise işkence ve kötü muamele rutin değil, istisnai hal... Karakollarda işkence aletleri demirbaş olmaktan çıktı, Emniyet bodrumlarından işkence feryatları gelmiyor. Daha önemlisi polis artık çeteleri ve darbecileri görmezden gelmiyor. Suçu işleyenin yetkisi ve rütbesi ne olursa olsun, polis suçu gördüğü yerde suçluyu yakalıyor ve yargıya teslim ediyor. İster asker olsun, ister savcı, ister zengin olsun, ister siyasi, eğer suçlu ise herkes polisin nefesini ensesinde hissediyor.
Onun hataları yok mu? Çook. Hala
demokratikleşme ve uzmanlaşma sorunu var mesela, alacağı mesafe henüz tamamlanmış değil. Elindeki kıt imkânlarla kendisini geliştirmeye çalışıyor. Fakat alınan mesafeyi de görmek gerekiyor. Ülkemizde belki de en çok mesafe almış kurum polis. Örneğin medyadan çok daha fazla mesafe aldığı şüphe götürmez. En son öğrenci olaylarında polisin yer yer aşırıya gittiğini ben de biliyorum. Fakat yapılan hatalardan dolayı tüm teşkilatın toptan harcanmak istenmesi de doğru değil. Polis çok değişti, belki daha da çok değişmesi gerekiyor. Ancak her şey poliste başlayıp, poliste bitmiyor. Örgütlü şiddet hazırlığı kavgayı başlattıktan sonra,
sokak kavgası bir kez başlayınca çirkin görünmemek hiç kimse için mümkün olmuyor.