Önceki gün Yüksek Öğretim Kurulu’nun (YÖK) kuruluşunun 30. yıldönümüydü. 30 yıl boyunca YÖK haklı, haksız pek çok eleştirinin hedefi oldu. Eleştiriler daha çok
özgürlükler ve maddi eksiklikler alanında belirdi. Buna göre YÖK, üniversiteleri
demir yumruk ile yönetiyordu ve üniversitelere bilim ve eğitim için ayrılması gereken bütçeleri vermiyordu.
Özgürlük eleştirisi büyük oranda haklı bir eleştiriydi. 12
Eylül, YÖK’ü üniversiteleri
kontrol edecek bir
araç olarak gördü. Ancak sorun YÖK’ün çok ötesindeydi. Faşizm devletin tüm kurumlarına, daha da önemlisi tüm beyinlere az çok kazınmıştı. Devletin Cumhurbaşkanı bir darbeciyken üniversitelerde özgürlük sorununu sadece YÖK’e veya kurucu başkanı Doğramacı’ya bağlamak ne kadar doğru olabilirdi ki? 28
Şubat sürecinde yargı da dâhil tüm
bürokrasi, hatta gazeteciler askerlerin emir eri haline gelirken sadece YÖK’ü sorumlu görmek ne kadar mümkündü? Sonra bu yeni bir sorun muydu? 27
Mayıs Darbesi’nin en önemli kışkırtıcıları üniversiteler değil miydi? Türkiye’de hangi darbede üniversiteler onurlu durabildi ki?
Önce de özgür değildik!
Hatta bu soruyu biraz daha ileri götürelim,
Cumhuriyet’in gerçek anlamda bir üniversitesi oldu mu ki? Rejimi övmek ve onun propagandasını yapmak dışında hiçbir hakkı bulunmayan üniversiteye üniversite denebilir mi? 1930’larda Atatürk’ü, 1940’larda İnönü’yü,
27 Mayıs’tan sonra askerleri,
12 Eylül’den sonra Evren’i eleştiren akademisyenin başına neler gelmezdi ki? Kısacası üniversitelerde özgürlük sorunu YÖK’le başlamadı. Hep vardı...
YÖK’ün özgürlükler konusunda asıl sınıfta kaldığı dönem ise kanaatimce Gürüz ve Teziç dönemleri oldu. Bu dönemlerde YÖK hiçbir şekilde bilim-eğitim yuvası izlenimini veremedi. Tam tersine bu yıllarda YÖK özgürlükleri en dar haliyle yorumlayan, askeri darbeye çanak tutmaya çalışan bir yer oldu.
Son 4 yıla baktığımızda ise yetkileri ciddi anlamda daralmış, kendisini üniversitelerin iç işlerinden
gönüllü olarak çeken bir YÖK var. Özellikle kılık-
kıyafet konusunda YÖK,
yasal düzenlemeye bile ihtiyaç kalmadan sorunu önemli oranda çözmeyi başardı. Fakat özgürlüklerdeki mevcut iyileşmeler dahi yetmiyor. Başkan Özcan önceki gün açıkladı, çok daha özerk üniversiteler yolda. Halen yürümekte olan yasa hazırlıkları da yakın bir zamanda YÖK’ün pek çok yetkisinin geçmişte kalacağına işaret ediyor.
Ekonomik sorunlara geldiğimizde de YÖK’ün tek sorumlu olarak görülmesi son derece yanlış.
Üniversitelere ayrılan bütçeyi YÖK belirlemiyor. Hiçbir zaman da belirlemedi.
Yatırım bütçeleri Kalkınma Bakanlığı’nca (DPT) onaylanıyor. Personel sayısı ve
hizmet alımları ise
Maliye Bakanlığı’nın yetkisinde. Personelin maaşını da YÖK belirlemiyor, öğrenciye verilecek bursu da. YÖK’ün kalacak yerler konusunda dahi yetkisi yok, onu da Kredi Yurtlar belirliyor. Kısacası
ekonomik konularda YÖK’ün yetkileri sıfıra yakın denebilir. Bu durumda neden hala protestolar hep YÖK’e yöneliyor? Belli ki önyargılar kırılamıyor, YÖK günah keçisi olmaya devam ediliyor.
Sorunları perdeliyoruz
Aslına bakarsanız Türk yüksek
öğretimi son 4 yılda devasa başarılara
imza attı. Uluslararası
makale sayılarında geçmişle kıyaslanamayacak bir
patlama yaşanıyor. Öğretim üyesi ve öğrenci sayısında
rekor artışlar var. Üniversite sayısı 170’e dayandı. Her ilde, hatta pek çok ilçede yükseköğrenim okulu var. Cumhuriyet tarihinde yapılan dersliklerden, laboratuvarlardan çok daha fazlası son yıllarda inşa edildi.
Başarı listesi uzun. Fakat kamuoyunda bu başarıların da hiçbiri YÖK’e yazılmıyor. Yapılan tüm iyi işlerin ‘aferin’i başka kurumlara giderken, YÖK sistemin önünde kalkan muamelesi görüyor. Kısacası YÖK’ü her sorunda günah keçisi haline getiriyoruz. YÖK’ü gerçekten sevmeyenler bunda bir sorun görmeyebilirler. Ancak her günah keçisi haline getirmede olduğu gibi, her meselede YÖK’ü sorumlu tutmanın en önemli sakıncası gerçek sorunları görmezden gelmektir.