Bugün için global piyasaların en yüksek olasılıklı gördükleri
senaryo, gelişmiş ekonomilerin uzunca bir süre düşük bir hızda büyüyecek olmaları. Geçmişte % 3 ve üstü olan
büyüme hızı, bundan sonra % 2 ve altında seyredecek.
Bu büyüme hızları ile de yeterince istihdam yaratılamayacak ve bugün çift hanelere yaklaşan
işsizlik oranları % 5 ve altına çekilemeyecek.
Bunun en önemli nedeni, son 10 yıllık süreçte gelişmiş ülkelerin çok borçlu hale gelmiş olmaları. Birçok ülkede hanehalkı borçlarının harcanabilir gelirlerine oranı % 100'ün üzerinde (Grafik 1). Finans dışı şirketlerin de borcu yüksek (Grafik 2). Eskiden fazla borçlu olmayan devletleri de özellikle son yaşanan
krizde özel sektörlerine verdikleri desteklerin sonucunda çok borçlu hale geldi (Grafik 3).
Hiç yeni borçlanma yapmasalar dahi gelecek beş yıl içinde kamu borçları daha da artacak. Gelişmiş ülkelerin bankacılık sistemleri de fazla açılmış ve aşırı
kredilendirme yapmış durumda. Bazı ülkelerin tek bir bankası o ülkenin ekonomisinden çok daha büyük. UBS,
İsviçre ekonomisinin yaklaşık 4 katı, RBS
İngiltere ekonomisinin 1,5 katı, BNP, Santander ve Deutsche gibi bankalar da neredeyse ait oldukları ekonomilerin boyutunda. Dolayısıyla ya küçülecek, ya daha çok
sermaye bulacak ya da iş modellerini değiştirmek zorunda kalacaklar (büyük olasılıkla üçü birden).
Son krizle birlikte görüldü ki, gelişmiş ülkelerin bu yüksek borç yükü artık taşınamıyor. Tüketiciler artık daha fazla tasarruf yapmak zorunda kalıyor, şirketler nakit varlıklarını yükseltiyor,
İzlanda,
İrlanda,
Yunanistan,
Portekiz gibi küçüklerin borçlanmakta zorlandığını gören devletler,
bütçelerinde tasarruf planlıyor ve ABD'de, İngiltere'de ve
Euro Bölgesi'nde bankaların kredi portföyleri yerinde sayıyor. Uzun süre düşük büyüme ve yüksek işsizlik beklentisinin sebebi bu.
Bunun politik sonuçlarının olacağını (olduğunu) gören merkez bankaları devreye girmek zorunda kalıyorlar. Para basıp devlet tahvilleri alarak
hisse senedi, konut gibi varlık fiyatlarını yükseltmeye, devlet
finansmanını kolaylaştırmaya ve ekonomilerini desteklemeye çalışıyorlar. Bu
politika zaten yapısal olarak devam etmekte olan gelişmekte olan ülkelere (GOÜ) yönelişi (ya da global düzeyde
üretim ve tüketimin dengelenmesini) daha da hızlandırıyor.
Benim param ama senin derdin
Sorun, gelişmiş ülkelerdeki bu kaynakların
ümit edildiği gibi kendi ülkelerinde kalmayıp globalizasyon sayesinde borçluluğu daha düşük ve büyüme potansiyeli daha yüksek olan gelişmekte olan ülkelere (GOÜ'lere) akacak olması. IIF'e göre 2009 yılında 531 milyar $ olan GOÜ'lere toplam
yabancı sermaye akışı, 2010'da 709'a, 2011'de 746 milyar $'a çıkacak.
Türkiye'nin de dahil olduğu bu ülkeler şimdi kara kara ekonomilerine akacak bu dış sermaye ile nasıl baş edeceklerini düşünüyorlar. Para birimini değerlendirerek ihracatı darbeleyeceğini, ekonominin bunun yerine iç talebe ve iç talebe yönelik yatırımlara yüklenip büyümeyi hızlandıracağını, güçlü finans sistemlerinin kolayca gerekli finansmanı sağlayarak borçluluğu artıracağını, aynı zamanda finansal varlıklara da akan sermayenin balonlar yaratacağını, bu ortamda enflasyon baskısı ve/veya cari açık tehlikesi olacağı için finansal istikrarın tehlikeye düşeceğini, ama kendi merkez bankalarının
faiz artıramayacağını çünkü o zaman daha da fazla sermaye cezbedeceğini ve bir süre sonra borçluluk iyice artıp da gelişmiş ülkeler faiz artırmaya başlayınca mecburen faiz artırıp çok borçlanmış ekonomilerini tahrip etmek zorunda kalacaklarını görüyorlar.
Ne yapabilirler?
Bugünlerde GOÜ'lerin çoğunda ekonomilerin koşullarına, ihtiyacına göre aşağıdaki seçeneklerden bazılarının kullanıldığını görüyoruz.
Kimisi bütçe politikalarını sıkarak içerideki balonun şişmesini engelliyor. Bunu çok düşük değilse vergilere yüklenmekten ziyade harcamalarını azaltarak yapıyor.
Bazılarında merkez bankaları gelen dövizi alıyor. Ama karşılığında verdiği yerel parayı enflasyon yaratmasın diye geri çekince piyasa faizi artıyor ve daha fazla döviz geliyor.
Enflasyon derdi olmayıp geri çekenler de içerideki balonu daha da şişirerek finansal istikrarı tehlikeye atıyorlar. Enflasyon dinamiği (ve varlık fiyatları) izin verenler faiz düşürüyor.
Yine bazıları sermaye kontrolleri ve vergilerle özellikle kısa vadeli döviz girişini vazgeçirmeye çalışırken bazıları da bankacılık sistemini daha fazla denetliyor veya reel sektöre kredi aktarım mekanizmasını yavaşlatmaya çalışıyorlar (munzam karşılıklar,
tüketici kredilerine vergiler gibi).
Türkiye de aynı sıkıntıyı yaşıyor
Döviz girişi giderek hızlanıyor (ilk 8 ayda 39 milyar $). Karşılığında cari denge açığı artıyor (ilk 8 ayda 28 milyar $). İç talep kaynaklı hızlı bir büyüme ve ihracatta kriz öncesine göre daha zayıf bir seyir var. Enflasyon hedefin üzerinde yüksek (% 7,5) ve ekonominin mevcut
büyüme oranı hız limitini (potansiyel büyüme oranını) yakalamak üzere. Bilançoları güçlü bankaların % 30 yıllık hızla artan kredilerine bakılırsa ekonomi hızlı büyümeye ve cari denge açığı artmaya devam edecek.
Diğer ülkelerde olduğu gibi ekonomi yönetiminin düşünmesi gereken ilk önlem, bütçede tasarrufu artırarak özel sektördeki harcamayı dengelemek olmalı. İlk bakışta da sanki böyle olacağı gibi bir görüntü var. Orta Vadeli
Program doğrultusunda 2010 yılında GSYH'ye oranı % 27 olan bütçe harcamaları sürekli azalarak 2013 yılında % 24'e inecek. Ama detayına bakıldığında görülüyor ki, bu tasarrufun hemen hepsi aslında bütçedeki faiz ödemelerindeki hızlı düşüşten kaynaklanıyor. Çünkü kısa vadeli borç yapısı sayesinde genel faiz düzeyindeki düşüş, kamunun faiz ödemelerini azaltıyor. Halbuki 2010 sonrasında "faiz dışı" harcamalar aslında olduğu yerde ve kriz öncesi dönemin (2006'daki % 17'nin) çok daha üzerinde duruyor (Grafik 4). Sermaye kontrollerine de cesaret edilemeyince geriye zaten yeterince denetlenmekte olup tutucu çalışan bankacılık sisteminden reel sektöre kredi aktarım mekanizmasının yavaşlatılması kalıyor.
Ama bunun sorgulanması gerekir. Acaba ekonominin "uzun vadeli çıkarı" için bu
seçim doğru mu? Türkiye gibi bir ekonomide işe yarar mı? Acaba ekonomideki kaynak dağılımını kamu mu yoksa bankacılık sektörü mü daha doğru yapar?