Bugün bu kurala uymayacağım.
Bu satırları okumak inceliğinde bulunursanız nedenlerini anlarsınız.
Bildiğiniz gibi Batı toplumlarının başarılarının temelinde yatan en büyük özellik “dia” toplumu olmaları,
diyalog ve diyalektiğin nimetlerinden yararlanmalarıdır. “Yaşamda ve
Avrupa kültürünün oluşmasında en önemli şey, der Edgar Morin, çeşitliliklerin, çelişkilerin, yarışların, bütünleyiciliklerin verimli buluşmaları, yani onların diyalogudur.”
Gerçekten sağlıklı toplumun önkoşuludur, alt yapısıdır, diyalektik, diyalog.
Doğu toplumlarının başarısızlıklarının temelinde yatan en büyük özellikleri ise “mono” toplumu olmaları, diyalog ve diyalektiğin nimetlerinden yararlanamamalıdır.
Sağlıksız toplumun alt yapısıdır, diyalektikten, diyalogdan yoksunluk.
Bugünlerde sağlıksız toplumun bu alt yapısının çarpıcı bir örneğini yaşıyor Türk
halkı.
Sayın
Baykal,
Sınıf arkadaşlarım benim eş düzeylerim ve eş değerlerimdir. En yakınlarımdır. Pençelerini gösterdiklerinde bile onlara kızamam. Dostça yaklaşırım. “Sen” diye seslenirim, hep.
Görüşlerinden ötürü insanlara zaten kızılmaz ki!
İnanın düşüncelerimden dolayı, ilkel olma pahasına, bana sövenler bile beni kızdırmayı başaramadılar, bugüne dek.
Ama siz, üzülerek belirteyim ki, bir ölçüde başardınız, bunu. Hem de yasal (meşru) bir Partinin Başkanıyla T. C. Başbakanının görüşmesinin teroristlerle pazarlık anlamına geldiğini söyleyerek başardınız.
Bu yüzden size “siz” diye seslenmek gereğini duyuyorum.
Çünkü ben üzüldüğümde insanlara böyle seslenirim.
Sınıfımızın en yakışıklıları, Türkçeyi en güzel konuşanları arasındaydınız. Hâlâ da öylesiniz.
Onlarca yıldır siyasettesiniz. Siyasetin kirletemediği bir Genel Başkansınız.
Dost da, düşman da biliyor, bunları.
Bu niteliklerinizle
sınıf arkadaşınız olarak sizinle her zaman kıvanç duydum.
Dahası siz, sadece sıradan bir (ana) muhalefet partisinin Başkanı da değilsiniz.
Cumhuriyeti kuran, Cumhuriyetle yaşıt, Türkiye’nin en eski Partisinin başındasınız.
Üstelik
Atatürk’ün yerinde oturuyorsunuz.
O Atatürk ki, “çağcıl uygarlık düzeyini aşma” amacını gerçekleştirmek için yola çıkmış; çalınmış yitik yüzyılları devrimlerle kısaltıp kazanmaya çabalamış;
demokrasinin ön koşullarını yaratmıştı. “ Cumhuriyeti biz kurduk. Gelecek kuşaklar demokrasiyi gerçekleştirmeli” diyordu.
Bu, bir dilek değil, hepimiz için, özellikle kendi Partisinin mensupları için bir buyruktu.
Atatürk devrim yapmanın mantığını çok iyi biliyordu: “Halka karşın halk için”.
Demokrasinin mantığını da çok iyi biliyordu: “Halk tarafından halk için”.
Denedi. Ama başaramadı.
“Önce halkı yetiştirelim. Sonra demokrasiye geçelim” dedi yazıklanarak.
Kucağında büyüttüğü, üzerine onca titrediği Cumhuriyete karşın şunlara diyebilen bir büyük demokrattı, Atatürk: “Biz öyle bir rejim istiyoruz ki, ileride hükümdarlığı savunanlar bile bir parti kurabilsinler”.
Bu inanılmaz çaptaki ufka, ne 1961 ne de 1982 anayasalarını yapanlar ulaşabildiler.
Ben de Atatürk’ün bu sözlerini
okuduğumda gözlerime inanamamıştım. Gerçi Voltaire’in sözlerini biliyordum. Ama bilmenin yetmediğini, onları özümseyemediğimi, içselleştiremediğimi Atatürk’ün söylediklerini okuyunca anladım.
Çağ dışı, yetersiz demokrasi anlayışımdan da utandım.
Herkes yanılabilir.
Ama “insandan umut kesilmez”.
Sayın Baykal,
Sizin çok güzel doğruları savunduğunuzu da gördü, bu halk.
Ve sizi alkışladı.
Umutlar yeşerttiniz. Bekledi.
Anadolu bilgelerinin 13. ve 14. yüzyıllardaki başkalıkların, farklılıkların birlikte yaşamaları, çoğulculuk özlemlerini, “Gel, ne olursan ol, gel; kâfir de olsan, bin kez tövbeni bozsan da yine gel. Bizim dergâhımız herkese açık” diyerek dile getirdikleri felsefeyi dirilteceğinizi söylediniz.
Ayrı zamanlarda gerçekleşen iki söyleşinizde, “Laiklikt
e devlet, dediniz, tarafsız kalmalıdır, dinin dışına çekilmelidir. İdeal olan, bu konuların tamamen
sivil örgütlere bırakılmasıdır. Türkiye’de (de) din ve dinin örgütlenmesi, dini hizmeti sivil topluma bırakılmalıdır. Her din, kendi kurumlaşmasını,
ibadet, din adamı ve din eğitimi ihtiyacını kendisi karşılamalıdır (...) Türkiye’de yaşanan gerçek bu değildir, devlet bu işe müdahildir. Geçiş döneminde ise devlet dinlere eşit davranmalı, eğer kaynak dağıtacaksa bu eşit ölçülerde yapılmalıdır. Devlet, kişinin inancını, etnik yapısını görmemeli, merak da etmemelidir. Mümkün olsa da devlet bir din jandarması, yönlendiricisi olmaktan kurtulsa. Resmileştirilmiş bir din, dine de saygısızlıktır. Devlete de, inanca da saygı duyuyorum. Ama bunlar birbirini etkilememelidir.” (Cumhuriyet, Yeni
Şafak, 18.10.2000;
Radikal, 27.8.2001).
Hepsi doğruydu bu görüşlerin.
Gerçekleşselerdi, “halk tarafından halk için” mantığı yaşama geçmiş; partiniz de devletin, bürokrasinin değil, halkın partisi olacaktı.
Olamadı. Çünkü arkası gelmedi.
Neden Anadolu Rönesansının dilini unuttunuz?
Neden o çağcıl, o demokratik, o doğru
laiklik anlayışını savunmaktan, dilinize bir daha almaktan vazgeçtiniz?
Hatta sadece vazgeçmediniz. Geriye dönüşler bile oldu.
Ama neden? Kimler sizi engelledi? Neden dünyayı iyi okuyamayanlara, çağcıl uygarlığın yürüyüşünü kavrama gücü olmayanlara ödün verdiniz ya da onlarla birlikte yola çıktınız, onları yanınızdan yörenizden uzaklaştırmadınız?
Bütün bunların, Atatürk’ün son amacıyla, Atatürkçülükle bağdaştığını öne sürebilir misiniz?
Biliyorsunuz, demokraside sorunlar halka açık diyaloglarla çözülür.
Karşılıklı görüşleri tart(ış)madan, birbirimize biçtiğimiz kimliklerle, önyargılarla, içgüdülerle, “onunla konuşursam ne derler?” kaygısıyla birbirimizden uzaklaşırsak elbette üretken/üretici olamayız.
Hatta
tüketici bile olamayız.
Çünkü üretemeyince elinizde tüketeceğiniz bir şey olamaz ki!
O zaman sorunları çözerek, iç barışı kotararak ilerlemek de elbette olanaksızdır.
Bunları her gün yaşamaktan, gözlemekten derin kaygı duymaktayım.
Bu tür toplumlar, öz değerlerini toprağa gömerek avunurlar. Kendilerini de aldatırlar. Çünkü içe patlamalara gebedirler.
Sayın Baykal,
Gelecek yazımda da size güller atmayı sürdüreceğim.
Bunlar sizi incitmemeli.
Ne de olsa siz Hallâcı Mansur değilsiniz.
Saygılar, sevgiler, değerli sınıf arkadaşım.