Sınır Tanımayan Gazeteciler (STG) örgütünün geçen ekim ayında açıkladığı rapora göre
Türkiye, basın özgürlüğünün en kötü durumda olduğu 40
ülke arasında. 178 ülke arasında 138. sırada geliyor. Dahası, sıralamada bir yıl öncesine göre 16, sekiz yıl öncesine göre de 39 basamak indi.
Bunları okuyunca doğrusu şaşırdım. STG'nin çalışmalarına büyük saygı duyuyorum, fakat kullandığı
endeks Türkiye'de basın (ve onun ayrılmaz parçası olan ifade) özgürlüğünün durumu hakkında gerçekçi bir fikir vermiyor.
Türkiye'de başta
Ceza, Terörle Mücadele ve
Basın kanunlarında olmak üzere ifade ve basın özgürlüğünü kısıtlayan yasal düzenlemeler (daha kötüsü bu hükümleri daha da kısıtlayıcı şekilde yorumlayan mahkemeler) olduğu muhakkak. Ne var ki AB sürecinde yapılan reformlarla,
özgürlük alanı eskiye nazaran hayli genişledi. Bu durum en iyi, son on yılda AB Komisyonu'nun yayımladığı ilerleme raporları ve AİHM'de Türkiye aleyhine açılan davaların niteliği karşılaştırılarak görülebilir.
Bugün gazeteciler aleyhine açılan davaların büyük çoğunluğu adli 'soruşturmanın gizliliği' ile ilgili hükümlerin ihlali iddialarına dayanmakta. Türkiye-AB Karma
Parlamento Komitesi
Eşbaşkanı Helene Flautre'un bu konudaki yorumu dikkate değer. Flautre bu durumun "hükümetin politikasından kaynaklanan bir sorun olmadığı"na değindikten sonra, soruşturmanın gizliliği prensibinin güven altına alınmasının, kamuoyunu ilgilendiren konularda haber ve yorum yapan gazetecilerin değil yargıçların ve savcıların sorumluluğu olduğunu hatırlatıyor. (Bkz. Zaman, 13
Aralık 2010.) İlgili kanunların buna uygun olarak değiştirilmesi şart.
Öte yandan Türkiye'de basının sorunları geçen on yılda yaşananlar dikkate alınmadan anlaşılamaz. 1990'larda büyük medya patronları ordunun
baskısı altında olmakla kalmadı, siyasi partilerle (dolayısıyla hükümetlerle) patronaj ilişkileri kurdu. Patronlar gazetecilerin (editoryal) bağımsızlığını ciddi şekilde kısıtladılar, gazeteciler arasında ne örgütsel ne de sair
dayanışma bıraktılar ve ellerindeki medya gücünü siyasi
destek karşılığında hükümetlerden (
kredi, sübvansiyon, kamu ihaleleri, vs.) avanta sağlamak için kullandılar. Türkiye'yi 2001'de büyük bir
finans krizine sürükleyen nedenlerden biri de buydu. Bugün AKP hükümetinin baskılarından yakınan Doğan medya grubu bu ilişkiler sayesinde büyüyüp, medyanın yarısını
kontrol eder hale geldi; askerî-bürokratik
vesayet rejiminin medyadaki başlıca destekçiliğini üstlendi.
AB reformları sayesinde ordunun medya üzerindeki etkisinin giderek azaldığı söylenebilir, ama hükümetle büyük medya grupları arasındaki patronaj ilişkileri, eskisi kadar kaba biçimlere bürünmese de, devam ediyor. AKP iktidarı, kendisine yakın duran bir holdingin
Sabah-ATV grubunu devralmasına yardımcı olurken, Doğan grubuna (tümüyle siyasi amaçlı olduğu iddia edilemeyecek)
vergi cezaları yoluyla baskı uyguladı. Doğan grubu bu yüzden bugün elindeki medyayı kısmen veya tamamen elden çıkarma noktasına geldi. Öte yandan AKP hükümetinin, medya patronlarına kamu ihalelerine katılma ve çapraz mülkiyet yasağı getirerek patronaj ilişkilerine son vermeye yanaşmadığı görülmekte.
Türkiye'de özgürlük alanının genişlemesinde AB sürecindeki yasal reformlar yanında aydınların verdiği mücadelenin rolü asla azımsanamaz. Amerikalı düşünür Noam Chomsky son yazılarından birinde Türkiye hakkında şunları söylüyor: "Önde gelen yazarlar, sanatçılar, gazeteciler, akademisyenler ve diğer entelektüellerin devletin işlediği suçları mahkûm etmek; bunun ötesine giderek baskı ve şiddeti sona erdirmek için
sivil itaatsizliğe başvurmak; bu yüzden bazen ağır baskılara maruz kalmalarına rağmen mücadelelerine devam etmek konusunda sergiledikleri cesaret ve dürüstlük siciline sahip herhangi başka bir ülke bilmiyorum. Bildiğim kadarıyla bu sicil, ülkenin onur duyması gereken, eşsiz bir sicildir. Ve başkalarına da örnek olmalıdır..." (www.chomsky.info/articles/201002--.htm)