Deniz
Baykal'ı 1960'ların ortalarında
Ankara Üniversitesi SBF'de tanıdım. Ben öğrenciydim, o doktor asistandı, sonra doçent oldu. Ben ve arkadaşlarım için Baykal yeterince sol olmasa da saygı duyulan, canayakın bulunan bir
öğretim üyesi, kısaca "Deniz Abi"miz idi.
On yıl kadar sonra,
Maliye Bakanlığı'ndan henüz ayrılmış olan
Deniz Baykal'ı yardımını rica etmek üzere ziyaret ettim. 1974'te çıkarılan siyasi af ile İsveç'ten yurda dönmüş, 1975'te ilk kısa dönem yedek
subay olarak askerliğimi yapmıştım. Fakat pasaport verilmediği için, doktora çalışmalarını sürdürdüğüm
Stockholm Üniversitesi'ne dönemiyordum. Neticede, onun torpiliyl
e pasaport almam, Stockholm'e dönüp doktoramı tamamlamam mümkün oldu. Bu bakımdan kendisine hiçbir zaman unutmayacağım bir şükran borcum vardır.
Baykal'la tekrar karşılaşmamız 1980'lerin sonlarında, o SHP Genel Sekreteri iken oldu. Ben o sıralar bir yandan Cumhuriyet'te çalışırken, bir yandan da Ercan Karakaş, Asaf
Savaş Akat ve
Seyfettin Gürsel gibi arkadaşlarla çıkardığımız "Sosyal Demokrat" adlı dergide yazıyordum. Cumhuriyet'ten ayrıldıktan sonra da (rahmetli
Erdal İnönü'nün davetiyle katıldığım) TÜSES Vakfı'nın direktörlüğünü üstlenmiştim. O yıllarda zihnimdeki soru şuydu: Acaba
Türkiye'de, benim İsveç'te tanıdığım türden, gerçek anlamda bir sosyal demokrat akım, parti olabilir miydi? Deniz Baykal ile İsmail Cem 1992'de "Yeni Sol" başlıklı kitabı yayınladıklarında, bunu o yönde bir umut ışığı olarak gördüm.
9
Eylül 1992'de biraz merak, biraz da heyecanla
CHP'nin yeniden açılış kurultayını izlemeye Ankara'ya gittim. Baykal o kurultayda, bana bugün dahi "muhteşem" görünen bir konuşma yaptı. Şöyle diyordu: "CHP'yi yeniden tanımlayacağız... Hedef
yoksulluk ideolojisi yapmak değil,
refah toplumu yaratmaktır... Buradan bütün
halka sesleniyorum: Artık
Kürt-Türk,
Alevi-
Sünni kavgası yok. Bundan sonra barış var. CHP bu büyük iddiayı gerçekleştirmeye geliyor. Emekle sermayeyi barıştırmaya geliyor. Doğu ile Batı kültürünü uzlaştırmaya geliyor.
İmam Hatip okuluna giden
gençle, diskoya giden genci kucaklamaya geliyoruz... Artık CHP devlet partisi olarak değil, toplum ve halk partisi olarak anlaşılmalıdır..."
Birkaç gün sonra Baykal'ı aradım ve (o sıralar düzenleyicileri arasında olduğum) Pera Palas toplantılarında bir konuşma yapmaya davet ettim. Pera konuşması sanki daha da muhteşemdi... Kendi kendime "İşte Türkiye'nin liberal sosyal demokrat lideri
doğuyor..." diyordum. Ona şöyle dedim: "Deniz Abi, eğer Türkiye'nin çok ihtiyacı olan bu yolda yürüyecek olursan, yarın Türkiye'nin başbakanı olacaksın... Bu yolda sana
destek olacak genç ve bilgili bir danışmanlar kadrosu kurmalısın. Bak, İsveç'in 1950'lerdeki efsanevi başbakanı Tage Erlander'in
beyin takımı içinden en az iki başbakan çıktı. Sen de Türkiye'ye
hizmet edecek güçlü bir siyasi kadro kurmalısın..."
Baykal, bu iş için yeterince genç olmadığıma dair itirazlarıma rağmen, bu kadroyu kurmak üzere beni CHP'ye davet etti. 15
Şubat 1993'te CHP Genel Başkan ve Grup danışmanı ve de
Araştırma Merkezi direktörü olarak işe başladım. Fakat görevim, başlamadan bitmişti. Zira rahmetli dostum Uğur Mumcu'nun 24 Ocak 1993'te menfurca katledilmesinden sonra Baykal, bu cinayete gösterilen kitlesel tepkilere bakarak, CHP'nin kendini yenilemeye ihtiyacı olmadığına karar vermişti.
Sekiz ay kadar Ankara'da kaldım. Bu süre içinde Baykal'la üç-dört defa, 15-20 dakikalığına bir araya geldik. Benimle birlikte görünmek dahi istemiyordu. Benzer düşünen arkadaşlarım
Haluk Özdalga ve Fuat
Atalay ile birlikte
Program Komisyonu'na katıldık. Altı oku yeniden tanımlama yönündeki önerilerimizin uyandırdığı tepkiler karşısında CHP'de kalmanın bir anlamı olmadığını gördüm. Baykal'dan izin isteyip İstanbul'a, basına döndüm. Ondan sonra da kendisiyle bir daha hiç görüşmedik.
Baykal, zamanı gelmiş fikirlerin gücüne inansa, 1992 kongresindeki söylemine bağlı kalsaydı, CHP çoktan
iktidar, Türkiye bambaşka bir yer olabilirdi. Bence mesele CHP'nin "genleri" değildir.