Son öğrenci olaylarının siyasilerimizin kafalarını karıştırdığı anlaşılıyor.
Televizyon kanallarında
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun
Ankara Üniversitesi SBF'de kimi öğrenci ve gençlerin, yardımcısı Prof. Dr.
Süheyl Batum'u konuşturmamalarını,
Anayasa Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Burhan Kuzu'yu yumurta yağmuruna tutmalarını şöyle yorumladığını dinledim: "
Yumurta atılmasını doğrusu şık görmedim. Ama öğrenciler demokratik yollardan
protesto edebilir. Onu da saygıyla karşılamak gerekiyor.
Şiddet yok değil mi? Yoksa sorun da yok..." Yapılanları adeta mazur gösteren bu ifadeyi daha sonra değiştirdiğini gazetede okudum: "Yumurta atmak doğru değil, şık da değil. Bugün yumurta atanlar, yarın taş atabilir... Pankartla söylemle olabilir,
itiraz edebilirler, salonu terk edebilirler; yani protestoların daha şık yöntemleri var. O yöntemlerle denenirse çok daha güzel olur." (Zaman, 10
Aralık)
CHP Genel Başkan Yardımcısı ve parti sözcüsü Prof. Dr. Süheyl Batum, kendisini konuşturmayanlara, "Bunu bana da, Burhan Kuzu'ya da yapsanız adı faşizmdir..." dedi. Ertesi gün ise fikir değiştirdi: "Yumurtayı yiyen ben de olsaydım insan olarak üzülürdüm. Ama bunu bir dönemden beri öğrencilere karşı sürdürülen
baskı, sindirme politikasını meşrulaştırmanın bir aracı olarak kullanmaya karşıyız..." dedi. Daha da ileri gitti: CHP olarak bu tür protestoları "faşizan" şeklinde nitelendirmelerinin mümkün olmadığını (!) söyledi. (
Taraf, 10 Aralık) Anlaşılan, yumurtalı saldırıları kınamaktansa mazur göstermenin daha uygun olabileceğini düşünmeye başladı.
Ne var ki, yaşananlara doğru teşhisi, "Bunu bana da, Burhan Kuzu'ya da yapsanız adı faşizmdir..." dediğinde Süheyl Batum'un koyduğu muhakkak. Batum ve Kuzu'nun konuşmalarının engellenmesi ifade özgürlüğüne, dolayısıyla
demokrasiye açık bir saldırıdır. Bugün yumurta ile başlayan protestolara "saygı" gösterildiği takdirde yarın yumurtanın yerini taşın, öbür gün silahın alabileceğini tecrübelerimizle iyi bilen bir
toplum değil miyiz? Bugün Batı ülkelerinde de buna benzer protestolar yapılıyor olması, hiçbir şekilde bunların mazur görülecek ya da "saygıyla karşılanacak" eylemler olduğu anlamına gelmez. Yapılanlar Batı'da da "faşizan" eylemlerdir, Türkiye'de de. Demokrasi konuşmaktır, faşizm de susturmak. Batı ülkelerinde yaşanan faşizmlere giden yol susturmalarla açılmıştır.
Başbakan Erdoğan'a da hatırlatmakta yarar var: İfade özgürlüğünü boğmaya, insanları susturmaya yönelik protestolar hiçbir zaman demokratik bir "hak" olarak görülemeyeceği gibi, polisin protesto eylemlerini aşırı şiddet kullanarak bastırmaya kalkması da "provokatif" davranışın daniskasıdır.
Polisin İstanbul'da 4 Aralık günü uyguladığı şiddetin, 8 Aralık günü Ankara'da yaşananları tetiklediği ortada. Onun için
Kültür Bakanı
Ertuğrul Günay, "Polisin protestoculara karşı daha hoşgörülü olması gerekir..." dediğinde yerden göğe haklıdır.
Şiddet, şiddeti doğurur. Bunun için polis, kim olurlarsa olsunlar, protestoculara olabildiğince yumuşak, kadife eldivenle yaklaşmalı; hükümet polise bu yönde kesin talimat vermeli. Bu konuda engin deneyimleri olan, 68 kuşağından Hasan Cemal'in hatırlatmalarına da
kulak verin: "Gençlerin arkasına sinmiş maceracı örgütler gerçekten varsa, şunu çok iyi bilin, şimdi onlar zil takıp oynuyordur. Başbakan Erdoğan başta olmak üzere
iktidar sahiplerinin benimsediği tutum tam da o örgütlerin istedikleri gibidir çünkü. Polis elinde copla, elinde gazla
gençlik kitlesinin içine daldıkça, gençleri yerlerde sürükledikçe, tam da o 'gizli odaklar'ın istediği çatışma ortamı uç vermektedir." (
Milliyet, 10 Aralık)
Bir çift söz de, yumurtalara
hedef olmanın öfkesiyle kalkıp, "68 kuşağı bu memleketin başına bela olmuştur..." diye konuşan Burhan Kuzu'ya. Burhan Bey, bugün Türkiye'de özgürlükçü ve demokratik değerlere sahip çıkanların başta gelenlerinin, 68 kuşağının yapılan yanlışlardan
ders alan mensupları olduğunu unutmayın ve boş konuşmayın.