Okurlarımın aşina oldukları temel iddialarımdan biri, 21. yüzyılda
Türkiye'nin bürokratik-askerî
vesayet altında bir yarı-
demokrasiden Batı normlarında bir demokrasiye geçiş sürecini yaşamakta olduğu.
Geçtiğimiz hafta içinde bu bağlamda üç önemli gelişme yaşandı. Bunlardan birincisi,
Balyoz kod adıyla anılan
darbe girişiminden sorumlu görülen, bir kısmı
muvazzaf 196 subayın yargılanmasına başlanmasıydı.
Ergenekon davasıyla birlikte ele alındığında, bu davalar bundan böyle demokratik rejime kastedenlerin
hesap vermekten kurtulamayacaklarına işaret etmekte. 1960 ve 2007 arasında çeşitli başarılı ve başarısız askerî darbe girişimlerine sahne olmuş bir
ülkenin, bugün bu noktaya gelebilmiş olmasında, yalnız yurttaşlar arasında değil askerî elitler arasında dahi siyasetle uğraşmanın ordunun saygınlığını yıprattığı ve ülke savunması olan esas görevini gereği gibi yapmaktan alıkoyduğu düşüncesinin giderek yaygınlık kazanmasının önemli rol oynadığı muhakkak.
Geçtiğimiz haftanın Türkiye'de
demokratikleşme açısından ikinci önemli olayı, Barış ve Demokrasi Partisi'nin Genel Başkanı Selahattin Demirtaş'ın "Devletin yasal ve anayasal düzenlemelerini beklemeyeceğiz.
Kürtlerin yaşadığı tüm bölgelerde ve yaşamın tüm alanlarında
iki dilli hayat olacaktır..." şeklindeki açıklaması oldu.
TBMM Başkanı'ndan gelen, Meclis'te
Kürtçe konuşmanın parti
kapatma nedeni olduğuna dair uyarı üzerine de, "TBMM'nin iki dilli olması ya da TBMM'de Kürtçe konuşulması gibi bir talebimiz yok. Türkiye'yi bölecek, etnik çatışma yaratacak hiçbir projede BDP'nin, halkımızın imzası olamaz..." dedi. BDP Muş milletvekili
Nuri Yaman da, köy isimleri
Artvin-Yusufeli'nde nasıl
Türkçe ve Gürcüce yazılmışsa, Güneydoğu'da da Türkçe ve Kürtçe yazılabileceğini hatırlattı.
Geçen ağustostan bu yana siyasî açıklamalarda bulunmaktan kaçındığı gözlenen
Genelkurmay Başkanlığı, Taraf'ın ifadesiyle "dilini tutamadı" ve şu bildiriyi yayımladı: "Son günlerde 'dilimiz' üzerinde kamuoyunun gündeminde yer alan birtakım tartışmaların, Cumhuriyet'imizin temel kuruluş felsefesini kökten değiştirecek bir noktaya doğru hızla götürülmeye çalışıldığı endişeyle izlenmektedir."
BDP'nin "iki dilli hayat" çıkışının, normal bir demokraside olması gereken, yani anadili farklı azınlıkların anadillerini serbestçe kullanmaları ve kimliklerini özgürce ifade etmeleri yönünde bir girişim olduğu muhakkak. Eğer Türkiye Batılı anlamda, liberal (özgürlükçü ve çoğulcu) bir demokrasi olacak ise, BDP'nin önerdiği Kürt çoğunluklu bölgede iki dilli hayatın böyle bir rejimin gereği olduğuna en
küçük kuşku duyulamaz. Ne var ki, bunun için Genelkurmay'ın gönderme yaptığı "Cumhuriyet'in temel kuruluş felsefesi"nde Kemalizm'in yerini artık tümüyle liberal demokrasiye bırakması gerekiyor.
Kemalizm ya da Türk laik milliyetçilik ideolojisinin üç temel ayağı var. Birincisi vesayetçilik, yani halkın kendi kendini yönetme olgunluğundan uzak olduğu, resmî ideolojiye bağlı bürokratik seçkinler tarafından güdülmesi gerektiği öğretisi. İkincisi, otoriter
laiklik, yani devletin dini tekelinde ve denetiminde tutması ve dinsel özgürlükleri kısıtlaması öğretisi. Üçüncüsü tekkültürcülük öğretisi, yani bütün toplumu Türkçe konuşan, Türk kültürüne bağlı ve devletin uygun gördüğü
İslam anlayışını (Diyanet İslamı'na) paylaşan tektip bir toplumun inşası.
Bu politikalar hem otoriter tek parti hem de vesayetçi demokrasi döneminde isyanlarla karşılaştı ve ancak büyük baskılarla uygulanabildi; günümüzün küreselleşen ve özgürleşen dünyasında, bildiğimiz şekliyle Türkiye'de uygulanma şansı kesinlikle kalmadı. Bunu gerek Genelkurmay, gerekse geçen cumartesi günü parti meclisini seçmek üzere kurultayını toplayan anamuhalefet partisi ne kadar çabuk kavrayacak olursa, Türkiye'nin demokrasiyi yerleştirmesi o kadar kolay olacak. Kılıçdaroğlu, bırakın sosyal demokrasi getirmeyi, CHP'yi demokrasi minderine çeksin, yeter.