Emekli
Org. İlker Başbuğ'un
Milliyet gazetesine verdiği mülakatta (7-8
Ağustos 2011) ileri sürdüğü görüşlerden biri de
Türkiye'de "
Osmanlı dönemi dâhil"
Kürtlere asimilasyon uygulanmadığı.
Osmanlı Devleti, çok-dinli ve çok-kültürlü bir imparatorluktu ve tabii ki hiçbir etnik ya da dinsel gruba karşı asimilasyon (kültürel eritme) politikası uygulamadı.
Türkiye Cumhuriyeti ise bir ulus-devlet olma iddiasıyla kuruldu ve bütün Müslümanları Türkleştirmeyi
hedefledi. Göçle gelenler
gönüllü olarak asimile oldular;
yerli nüfus, bu bağlamda
Kürtler ise zorunlu asimilasyona tabi tutuldu.
Entegrasyona kapıların açık tutulmuş olması ya da Türkleştirmede tümüyle başarılı olunamayışı asimilasyon politikaları uygulanmadığı anlamına gelmez. Aksi iddia, hangi
profesör tarafından ileri sürülürse sürülsün, ciddiye alınamayacak ölçüde geçersizdir. "29 Kürt isyanı" boşuna çıkmadı. Sayın Başbuğ'a Cumhuriyet'in Kürt politikası konusunda yetkin bir kaynak olarak (sanırım
Genelkurmayca da saygın bir araştırmacı olarak kabul edilen) Andrew Mango'nun "
Atatürk ve Kürtler" başlıklı incelemesini
tavsiye ederim.
Başbuğ, anadilde eğitim "topluma entegrasyonda ciddi sorun" yaratabilir, diyor. Talep edilen, sadece anadilde değil
Türkçe yanında anadilde, yani iki-dilli eğitim. Anadilini iyi bilmeyen öğrencilerin eğitimde geri, dolayısıyla topluma entegrasyonda dezavantajlı durumda kaldıkları iyi bilinen bir husus. Bu konuda
Sabancı Üniversitesi Eğitimde
Reform Girişimi'nin araştırmalarına bakılabilir.
Başbuğ'un "ürkütücü" iddiası ise, 1982 anayasası uyarınca Türkiye Cumhuriyeti'ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesin Türk olduğu. "İstemiyorsanız bu bağı kesersiniz. Burada sizi zorlayan bir nokta yok..." diyor. Bu beyanının kimi etnik Türk milliyetçilerinin Kürtlere yönelik "ya sev ya terket" sloganını andırdığı çok açık. Herhalde bundan daha ayrımcı ve bölücü bir ifade olamaz.
Başbuğ, Kürtlerin parlamentoda temsilinin "çok önemli" olduğunu, barajın yüzde 5'e indirilmesi gerektiğini savunuyor. Ne var ki gerekçesi bunun demokrasinin ve çözümün bir icabı olması değil, Kürtlerin temsil olunmayışının "çok ciddi bir uluslararası sorun haline dönüşebileceği..." yani, Türkiye'yi dış müdahalelere maruz bırakma riski.
Başbuğ'un
PKK ile askeri alanda mücadele konusundaki iddialarının da ele tutulur tarafı yok. "Kırsal alanda ve dağlık arazideki
terörle mücadeleyi silahlı kuvvetler dışında hiçbir kuvvet yapamaz. Bu biraz
komik olur..." diyor. Evet, PKK terör yöntemlerine başvurmakta, sivilleri de hedef almakta. Fakat, esas olarak, gerilla mücadelesi yürütmekte. Gerilla ile mücadele için bu amaçla eğitilmiş, profesyonel asker veya polis birliklerine ihtiyaç olduğunu bilmek, bu konuda güvenlik güçlerinin büyük yetersizlikler sergilediklerini görmek için asker olmak gerekmiyor. (Başbuğ'un halefinin "itirafları" ibret verici.) Asıl "komik" olan, gerillaya karşı düzenli orduyla, bu arada
bombardıman uçaklarıyla savaşılması.
Başbuğ'a göre, PKK'ya karşı başarılı olmak için
Kuzey Irak'ın örgütten temizlenmesi gerekmekte. Bu konuda kendisine en iyi cevabı selefi vermişti: "TSK gitse de Kandil'i temizleyemez..." Başbuğ, PKK'yı Kuzey Irak'tan temizlemede kaçırılan fırsatlardan birinin, 1
Mart (2003) tezkeresinin reddi olduğunu söylüyor. "Hiçbir birliğimizin kalkıp da
Saddam ordusuyla çatışması söz konusu değildi..." diyor. Başbuğ ve yıllardır bu iddiayı (PKK'nın bitirilemeyişinden esas olarak TBMM'yi sorumlu tutmak amacıyla) temcit pilavı gibi ortaya atanların es geçtikleri nokta, tezkerenin kabul edilmesi halinde
bölge çapında bir Türk-Kürt savaşının tetiklenebilecek oluşuydu. TSK'ya hâkim olan, Iraklı Kürt liderleri "yılanın başı, asıl düşman" olarak gören zihniyet bunu kaçınılmaz kılabilirdi.
Genelkurmay eski başkanının PKK ile mücadeleye ilişkin önerileri, bugüne değin tümüyle başarısız kalan, "şiddetle çözüm" mantığının ötesine geçmiyor. Dilerim TSK artık bu zihniyetten arınır.