Uluslararası ilişkilerin oyuncuları olan devletler ile toplumsal ilişkilerin oyuncuları olan bireylerin davranışlarının birbirinden çok farklı olmadığı söylenebilir.
Bireylerin hem bağlı oldukları değerler ve ilkeler, hem de çıkarları vardır ve normal olarak (yani genellikle) başka bireylerle kurdukları ilişkilerde bu ikisini dengelemeye çalışırlar. Devletler de normal olarak (yani genellikle) sadece rejimleri kendilerine benzeyen ülkelerle değil, siyasi,
ekonomik ve güvenlikle ilgili çıkarları gereği, kendilerine hiç benzemeyen, üstelik siyasi değer ve rejimlerini tasvip etmedikleri devletlerle de ilişki kurar ve geliştirirler. Hatta bazen kurdukları ilişkiler sonucunda, ilişki kurulan ülkenin bundan etkilenerek, kendileriyle daha uyumlu hale gelmesi beklentisi içinde de olabilirler.
Türkiye de, elbette ki kurulduğundan bu yana, diğer bütün devletler gibi çıkarları nedeniyle siyasi değerleri ve rejimleri benzemeyen ülkelerle ilişki kuruyor. Adalet ve Kalkınma Partisi hükümeti döneminde, izlenen çok yönlü dış
politika nedeniyle, gerek devletler gerekse toplumlar arası boyutlarıyla Türkiye'nin uluslararası ilişkilerinin her yönde yayılmakta olduğu bir gerçek.
Ankara bir yandan ekonomik çıkarlarını ilerletmek, bölgesinde barış ve istikrara katkıda bulunmak için çaba harcıyor; öte yandan, özellikle son birkaç yıldır, her zaman mazlumların yanında yer alacağını söylüyor. Bütün bu amaçlara
hizmet eden bir
dış politika izlemek, değerlerle çıkarları dengelemek kolay bir iş değil, birçok güçlükle karşılaşıldığı, karşılaşılacağı muhakkak.
Bu bağlamda, farklı nedenlerle sorun yaşanan başlıca dört ülkeden söz edebiliriz.
Sudan,
İran,
İsrail ve şimdi gündemde olan, 42 yıllık
Kaddafi diktasına karşı patlak veren
halk ayaklanması dolayısıyla (şimdiye kadar çatışmalarda binden fazla insanın öldürüldüğü bildirilen)
Libya. Türkiye, petrol zengini Libya ile esas olarak ekonomik bakımdan ilgileniyor. Türkiye'nin Libya'ya ihracatı artarak geçen yıl 2 milyar dolara ulaştı. Türk firmaları, müteahhitlik ve müşavirlik hizmeti olarak Libya'da 192 iş üstlendi. Bu işlerin toplam değeri 12,5 milyar dolar. Libya'da çalışan Türklerin sayıları da 25 bin olarak hesaplanıyor. Başta
İtalya olmak üzere birçok Batı demokrasisi de ekonomik ve güvenlikle ilgili nedenlerle Libya ile ilişkilerini geliştirdi. Britanya bile 1988'deki Lockerbie faciasındaki sorumluluğuna rağmen Libya ile ilişkilerini düzeltti.
Başbakan Erdoğan, kendisine bir itibar kazandırmadığı muhakkak olan Kaddafi'nin
insan hakları ödülünü reddedebilir miydi? (Bence münasip bir şekilde geri çevirmesi doğru olurdu.) Şimdi 25 bin yurttaşın kurtarılması çabasının gündemde olduğu ortamda bu yapılabilir miydi? Erdoğan'ın, bu çabaların devam ettiği salı günü Kaddafi'ye "halkını düşman gören ayakta kalamaz " diye seslenmesi yeterli miydi? Geç mi kaldı, yoksa
erken mi davrandı? Bunlar da hep tartışılabilecek sorular. Libya olayında dikkat
çekici olan, 21 farklı ülkenin, yurttaşlarının kurtarılması için Türkiye'den
yardım talep etmeleri. Bu, Ankara'nın bölgesinde barış ve istikrar için herkesle
diyalog politikasının lafta değilse pratikte takdir edildiğinin bir göstergesi değil mi?
Değerler-çıkarlar dengesi bağlamında: Sudan'daki, kendi halkına zulmeden otoriter rejimin lideri Ömer el Beşir, Türkiye'ye davet edilmeseydi muhakkak daha iyi olurdu. Başbakan Erdoğan, İran'daki mollaların vesayeti altındaki otoriter rejimin lideri
Mahmud Ahmedinecad'ı "dost" olarak ilan etmese, hileli bir
seçim sonrasında ilk
tebrik eden olmasa, muhakkak daha doğru olurdu. Ama Filistinlileri işgal ve boyunduruk altında tutan, Gazze'de yüzlerce insanı katlettikten sonra, uluslararası sularda seyreden Mavi
Marmara gemisinde Türk yurttaşlarını öldürmekte de bir sakınca görmeyen, ilişkileri
tamir çabalarının sürekli kundaklandığı İsrail ile çıkar-değer dengesini sürdürmenin mümkün olmadığı görülmedi mi?